Yaşasın hayat!

Vah ki vah bizim şu halimize! Sanki, ‘Ömrün billah öfkeye, küfüre, lânete sürgün ol sevinç dilinde söze hiç dönmesin!’ diye beddua yemişiz.

Sanki bize, uçarı bir yürekle güzellikleri yazmak, sevinçlenip kanatlanmak yasak!

Baharmış, kırlar çiçeklenmiş, su köpürmüş kuşlar dalların arasında çığlık çığlık birbirini kovalıyor göğün yanağında rüzgâr, derenin dudağında köpük kiraz tomur tomur olmuş dalında göçten yeni gelmiş kırlangıç, yuvasına harç taşıyor.... Hani Kızılderililer “Baharda dikkatli yürüyün, toprak hamiledir!” derler ya, toprağın karnı tam da öyle, eğilip eğilip öpülesi, ateşinde yanılası kıvıl kıvıl, kıpır kıpır, için için....

Ama, sanki bize yasak! Uyanır uyanmaz, daha sabahın köründe ruhumuzun kapısını öfke tıkırdatıyor! Lânet, küfür, kızgınlık...

İşte bugün yine öyle....

Güne cesetler arasında dolaşarak başladım sanki! Güne, ‘haberlere göz atarak’ başlamanın kaderi bu! Hayata göz atarak güne başlamanın duygusu sanki içimizde çelmelenmiş! Hangi gazeteyi açsan, hangi habere baksam, başat olan zift, katran, pas, cüruf, toz, yalan, irin, sahtekârlık, kan, vahşet, riyakârlık...

Ne yapayım, soL’a yazı günüm gelip dayanmış! Birini seçip bodoslama dalacağım, ne gelirse artık ağzıma! Bu duyguyla badem çiçeğinin büyüsünü nasıl yazayım? Karşı bahçenin çitlerinde birbirine çarpa çarpa sevişen sığırcıkların çığlıklarını da anlatamam! Nasıl anlatayım, cesetlerin içindeyim, sülüklerin, tırtılların, kenelerin.....

Bakıyorum, soL’daki bütün yazar arkadaşlarımın yazıları da böyle. Belli ki her biri beddua yemiş! ‘Lânete, öfkeye sürgün!’ Öfkeden süzüyorlar kelimelerini. Her biri kendine lânetleyecek bir alçaklık seçmiş, ya da halkı namussuzluğa, sahtekârlığa, yalana, ihanete karşı uyaracak bir konu! Onu yazıyor. Öyle ki, kendimi bataklığın, uçurumun, çöplüğün, zehirli mekanın, saldırgan hayvanın çevresindeki ‘Dikkat!’ tabelası gibi hissediyorum.

Vah ki vah bizim şu halimize! Vah ki vah, çünkü, baharıyla güzüyle doğayı da, sevdasıyla, nazıyla hayatı da en insani özüyle soluyabilecek olanlar da sadece bizleriz. Devrimciler....

Bu sabah, yine yazı günümün telaşıyla oturdum masaya. Yazmak için tuttuğum notlarımın hangisine göz atsam, her biri bir lânet kuyusu. İşte, ‘Hangisini yazsam?’ diye içinde dönüp durduğum notlarımın birkaçı: “Zibidi’ye bak: ‘Ateisten hayır gelmez!’ demiş. Ona hitap için ağzına gelecek en ağır sözleri bul! Bunlarda akıl yok ki akıllı uslu sözden anlasınlar! Lânetin en ağırıyla lânetle! Günahının bedelini yaşarken, bu dünyada ödeyeceği şekilde lânetle! Bedelini ödemeden ölmesi, yani ‘hesabın öbür dünya’ya kalması ‘zaman aşımına’ uğraması anlamına gelir! Zonguldak emekçileri, ne göçükler gördü, ama bu göçük iğrençliğin göçüğü! Tam da tükürükle boğulması gereken! Ama bu dünyada, ‘ahret’te değil! Ahret onların zaman aşımı! Ben ne ahreti mahreti tanırım, ne de halk düşmanlığı suçunda zaman maman aşımını! Bu seviyesiz vekil hakkında yazacağım yazı, alçaklığa aman vermeyecek bir yazı olmalı...”

‘Birkaçı’ dedim ama, daha birinci nottan söz ederken dişlerim yine birbirine kenetlendi. İkinci not , kendilerini “Suriye’nin Dostları” diye adlandıran alçaklarla ilgili. Üçüncüsü, ‘sola küfür eden liberal bir yavşak’la. İçinde dolaştığım notların tümü bu türden! Sabahın şu güzel vaktinde hem de, şu bahar gününde! Gel de ‘vah ki vah bizim şu halimize’ deme!

Esasında benim ne baharı anımsayacak halim vardı, ne de bu yazıya bu satırlarla başlama duygum! Birini seçip yazmak için notlar arasında dolaşırken, ruhumda birdenbire bir zelzele oldu! Sanki kafesimin kapısı açıldı da kanatlandım, sanki boğulmak üzereyken soluklandım....

Not defterimi kapatıp, çeketimi bile almadan, bahçelere doğru çıktım evden. Toprağını yeni yırtmış otların büyüsüyle dallarda dürüm dürüm tomurcuk sürüsüyle nergislerin sarısı, papatyanın beyazı, baharın ilk uçan arısıyla bilenip, nefeslenip kendime geldim. Çiçekli bir dal, kara bir kuşun (belki de sığırcık) kanadından düşmüş bir telek ve birbirinden parıltılı iki çakıltaşı ile eve döndüm. Çiçekli dalı karıma verdim. Kuş teleğini kapının kenarına iliştirdim, çakıltaşlarını masama koydum. Ve doygun bir duyguyla, akıllı uslu, bu yazıya başladım...

Bunu bir bebeğe borçluyum. Kuzey Deniz’e. Çünkü yazı için, lânetli notlar arasında boğulurcasına kendimle boğuşurken, o girdi araya. Babası, 26 saniyelik canlı görüntüsünü yollamış! Bittiği yerde kendimi ‘bitmişim’ gibi hissettim bir daha başlattım. Sonra bir daha...

Bittiği yerde ‘bitmişim’ gibi hissetme duygusundan kurtulmanın tek çaresi bahçelere doğru evden çıkmaktı. Çünkü anlamı oydu! Çünkü bebek, çiçekten çiçeğe uçan kelebek görüntüsüyle, beni boğulduğum yerden, nefes alacağım yere çağırıyordu... Doğaya, hayata....

Şu bahar sabahında bebeğinin görüntüsüyle bana baharın çağrısını yollayan babası hem yoldaş, hem arkadaş. Ona da bu yazıdan önce şunları yazdım: “Sabah beri, kendilerini 'Suriye‘nin Dostları' diye adlandıran alçakları izlerken, meğer ben kendimi cesetlerin arasında soluksuz kalmaya sürgün etmişim... Kuzey Deniz yetişti de, bahar çiçeğinden oksijen emzirdi, hayatla silahlandım.... Bugün artık sadece dallar ve çiçeklerde dolanırım... Bebekler ve çiçeklere düşman olanların canı cehenneme.. Bebekler ve çiçekler bizim silahımız... Yaşasın hayat!”

Yaşasın hayat!