Propaganda Zehirlenmesi

Mantar zehirlenmesinden daha tehlikelidir. Midye, balık gibi yiyecek zehirlenmelerinden de. Hatta gıda zehirlenmelerinin en tehlikelisi ‘manevi gıda’ diye sunulan egemen güçlerin propagandasını ‘yemek’le ortaya çıkar. Herhangi bir yiyecekten zehirlenen, mide bulantısı, kusma, ishal, titreme, adele kasılması gibi belirtileri başlar başlamaz, soluğu doktorda alır. Ya da ayran falan içmek gibi akla gelen ilk çarelere başvurur. Propaganda zehirlenmesinde ise belirti tam tersidir. Yani zehirlenmeye başlayan kişi fikren daha da güçlendiğini düşlemeye başlar. İlk belirtisi adele kasılması değil fakat düşünce kasıntısıdır. Kasılmaların en acısız fakat en rezili de bu kasıntıdır. Zehirlendiği şeye karşı duyduğu hayranlık, ayran içmekle düzelecek cinsten değildir. Bu zehirlenmede kişi, şikeli oyuncu gibi hezimete hizmet eder. Bozuk gıdalardan zehirlenen kişi doktor diye tutuşurken, propagandadan zehirlenen kişi kendi benzerleriyle kulluk yarışında buluşur.

Hitler dönemi Almanya’sı bunun tarihteki en belirgin örneklerinden biridir. Alanlardaki kalabalıkta, ruhsal kasıntı toplumsal boyuta ulaşmıştır! Sara nöbetleri toplumsal boyutta yaşanmaktadır. Bu nöbet, acıdan zevk sağan bir nöbettir. Gıdası kan ve küldür...

Yine de tarihin hiçbir döneminde, zalimlerin mazlumlar üstündeki propaganda zehirlemesi günümüzdeki kadar etkili olmamıştır. En azından zalim ve mazlum farkı günümüzdeki kadar bulanık değildir. Tarihin hiçbir döneminde zehirin bu derece panzehir ambalajıyla sunulduğu çiğliğin bu derece pişkinlik tasladığı, hastanın bu denli doktor gömleğiyle gezindiği olmamıştır. Avcının, itaatkâr, direnci kırılmış av için yeni çaresi: bulandırmak, puslandırmak, karartmak. Avcının bu çaresi avın çaresizliğidir. Kurtuluşunun tek çaresi kalmıştır: itaatsizlik. Mazlumun tek çaresi budur: baştan ve taştan ateş keşfedilecek!

Avı uyarmak için artık ıslık yeterli değil. Umut türküleri, kahramanlık öyküleri hiç değil. Avcı da ıslık çalıyor! Üstelik dua makamında! ‘Küreselci çağ’ avcısı umut ve kahramanlık söyleminde herkesten mahir. Mazlumun yapması gereken, ıslığın rüzgârındaki kıvılcımı bulmaktır. Avcının ıslığındaki rüzgâr çünkü, sadece kan ve külün örtüsüdür. Karanlığın çaresi kıvılcımda, kıvılcımsa mazlumda gizli.

Şu kesin: ne ne kadar bulanırsa, avcının onda o kadar kazancı var. O zaman, şu da kesin: ne ne kadar aydınlanırsa, avcının hesabı o kadar bozulacaktır.

Bulandırılmış değer propaganda zehirinin mayasıdır. Egemen güçler bu mayayı yoğuruyor. Tezgahları: görsel ve yazılı medya... Şırıngaları: din... Maskeleri: halkçılık... Taktikleri: yalan..

Kavramlar ne kadar bulanırsa, yalan toplumda o kadar kök tutar. Yalan, propaganda zehrinin renkli ambalajıdır. Gerçek ne kadar bulandırılırsa, sahte o kadar kazançtadır. Bilinç ne kadar sulandırılırsa, cehalet o kadar revaçtadır. İnceliği sindirmek kabalığı körükler. Nönkörlüğün besini unutkanlıktır.

İnsanlık tarihinin dinamiği, mazlumun zalime diklenişidir? Sanatın, bilimin yada siyasetin, insanlığın gelişmesi yönündeki işlerliği, yerini bu diklenişte belirlemesine bağlı değil mi? Devrimci duruş başka nasıl tanımlanır? Bu noktada zalim devreye giriyor: ‘Devrimci duruş bulanıklaşmalı’!

İşte sonuç: ortalık kendini ‘solcu’ diye niteleyen sahtekârlarla dolu! Bulandırma halinin en geveze, en histerik, en bilgiç, en sinsi, en pişkin, en kalleş şekli olarak.

Aydını aydın kılan en önemli unsurlardan biri zalime muhalifliktir? Kendini ‘solcu’ diye niteleyen bütün dangalaklar, sahtekârlığın korumaları olarak iktidar kapısında saf tuttular. Konu yok ki, sinekler gibi sürüler halinde üstüne üşüşmemiş olsunlar. Kavramları, bilinci, değerleri bulandırmak için. Eh, bu da av ortamının gereğidir.

Ben bu yaşıma dek, ‘solcu’nun bu kadar çok olduğu bir döneme tanık değilim. Beşyüz bin kişilik mitinglerin düzenlendiği dönemler dahil. Şimdi ‘devrimci’ olmayan yok. İktidarın Başbakanı’nden, Taraf Gazetesi Başyazarı’na kadar. Beyaz Saray’ın ‘siyah’ Obama’sı da ‘devrimci’ olduğunu söylüyor, İran’ın Molla’sı da!

Hele ki siyaset, tarih, medya, sanat dünyasının sarrafları: maşallah hazine bonosu dağıtır gibi ‘solculuk, devrimcilik’ dağıtıyorlar. Hem de taze taze ‘ıslak imzalı’! Bu yatırım kârlı şimdi! Ne Başbakan kaldı almayan, ne tarikat şeyhi, ne vali...

Pancarın, biberin genleriyle oynanır da, kavramların, değerlerin genleriyle oynanmaz mı?

Gıda uzmanları ‘genleriyle oynanmış biberin taşıdığı zehri anlatmak için çırpınıyor. Ya ‘genleriyle oynanmış değerin taşıdığı zehir?

Özal, Çiller danışmanından, Evren alışkanına ABD çalışkanından AB yapışkanına kadar herkesin ‘solcu’luk etiketi var! ‘Solcu’ hiç bu kadar çok olamadı. Ve hiç bu kadar az! Dört mevsim yetişen hormonlu hıyar da ‘küreselcilik çağı’na denk düştü, herkese, her konuya fosforlu ‘devrimci ayar’ da!

Adam köşesinde, “9 Mart darbe plancılarıyla H. Kıvılcımlı ve Denizler’in ilişkileri vardı!” diye hırlıyor! Isırmak için ‘Ergenekon ve darbecilik bağlantısı’ arıyor. Şu bulanık su avcısına bak, şu çorbacıya. Hem oltası var, hem kaşığı! Tabiki incilerini ‘solcu’ olarak döküyor! Havlaması ‘sol’ tınılı! Her halde şöyle düşünüyor: ‘Neyse ki başaramadılar, ABD 12 Mart’la yetişti, Kıvılcımlı’yı sürgünlerde süründürüp öldürdü, Denizleri darağacında sallandırdı, konuşanın dilini elektriğe bağlayıp sesini soluğunu kesti de memleket selamete erişti! Burda bir zehirleme hesabı yok mu şimdi? Genleriyle oynanmış bu değeri, ruhunun, bilincinin gıdası olarak alanda zehirlenme görülmeyecek mi?

Konuları çığrından çıkarıp çorbaya döndürmenin yeni piyonları dört koldan öt babam ötüyor! Çorba kazanı mı? O efendinin önünde!

Biri, Hocaefendi’nin ‘ilericiliğinden’ söz ediyor... Diğeri, ‘demokrasi için tarihi fırsatın yakalandığı’ fikrinde... Biri, ‘toplumsal özgürlüğe hiç bu kadar yakın olunmamıştı’ diye söze başlıyor... Diğeri, ‘demokratikleşme adımlarında iktidara destek çağrısı’yla meşgul!...

Propagandacı, siyasetten ekonomiye, spordan magazine, bilimden sanata her alanda iş başında!

Bir diğeri ‘Cemal Süreya Kürt şairdir!’ diyor. Üstelik ‘keskin solcu’ ses tonuyla. Şimdi bu arkadaşa kültür ve dil kavramlarının ne olduğunu, C. Süreya’nın Kürt aileden gelse bile, şiiriyle Çağdaş Türk Şiirinin çok önemli unsurlarından biri olduğunu anlatmak mümkün değil. Kafasının o yanı kara kuyu, bulanık! Fetvasını onaylamayanın ne ırkçılığını bırakır, ne inkârcılığını! İnancında Papa’nın afaroz gücü var! Bilmem ki, bu arkadaş sözgelimi Apollinaire için ne düşünür? Hani o, Çağdaş Fransız Şiiri’nin kurucularından ve Fransız şiirinin omurgalarından olan şair Apollinaire için. Bir Polanyalı aristokratın kızı olan annesi onu Roma’da bir İtalyan subayından doğurdu ve 11 yaşından sonra Paris’e götürdü ya! Şimdi bu yanıyla bakıp, Apollinaire’nin Fransız’lıkla ne ilgisi var dediğimizde Çağdaş Fransız Şiiri’nin kurucularından birisi olduğu yanını (ki esas yanıdır) nereye koyacağız? Tabiki bir başka dilde yazdığı halde kültürel kimliği ulusal kimliğiyle örtüşen yazar da var. Rusça yazan Aytmatov’un Kırgız yazarı olması gibi. Farsça yazan Kürt şairleri, Fransızca yazan Arap yazarlar, İngilizce yazan Hintli yazarlar gibi. Ama onlara kültürel kimliklerini veren biricik ölçü anne ya da babalarının etnik kökeni mi? Ürünlerinin niteliği mi? Günün taze konusu: Sarkozy’nin mezarını Pentheon’a taşımak istemesi nedeniyle gündeme gelen A. Camus için ne düşünür bu arkadaş? Camus Fransız yazar değil mi? Ama, annesi İspanyol, babası Alsas kökenli Cezayirli. İlginç olansa, babası Macar, annesi Selanik göçmeni Sarkozy’nin ırkçılık derecesinde Fransız milliyetçiliği. İnsanın anne ya da babasının Kürt kökenli olduğunda başka ölçüler mi var? Kürt dili ve kültürünün özgürlüğü için mücadele, dil ve kültür kavramlarını boyutları, ilintileri ve derinliğiyle aydınlatmaktan mı geçer, bulanıklaştırmaktan mı? C.Süreya’nın Türk şairi olduğunu söyleyen şimdi Kürt ulusunu inkar etmiş mi oluyor? Türklerin asimile ettiği bir şair mi, Türkçe yazan Kürt şairi mi, Kürt kökenli Türk şairi mi...diye ‘siyasi yel’e ayarlı tanım mı arayacağız? Bir insanın, yaşadığı coğrafyada, kendi yaşam tarihi içinde şekillenmiş kültürel konumunu çorbacı kaşığı gibi karıştırmakla, o coğrafyadaki ulusal değerler ve etnik kimlikler sorununun çözümüne hizmet etmiş mi olacağız? Ortak değerler, ortak zenginlik ölçüsünün, yani, ilericilik, kültürel değerlilik, devrimcilik ile gericilik, yozluk, faşistlik ayrımının hiç mi önemi yok? Irkçılık bu ayrımın ciddiye alınmadığı yerde başlamaz mı?

Yoksa, ezilen halkın köleliğe başkaldırması, kültürüne, ulusal değerlerine sahip çıkması mücadelesinde, ‘ezen sınıflar, sömürü sistemi, emekçi halk’ falan gibi kavramlar ‘oyun bozanlığa’ mı neden oluyor?

Bu konulara bunca dalmaktan olacak, kalkan toz duman altında unuttuk sahi: bu toplumda işçi sınıfının, emekçi halkın dil ve kültür özgürlüğü var mı? Okullarda işçi sınıfını mücadele tarihini, halk devrimlerini falan öğretiyorlar mı? Bir emekçi çocuğu emekçi sınıfların diliyle düşünüp konuşabiliyor mu? Var mı böyle bir özgürlük? Bu sorunun açılımı nasıl olacak? Bu sorunun kapalı durduğu yerde, hangi sorun nasıl ‘açılacak’ da aşılacak?

Eskiden, devrimci mücadeleyi bırakmış arkadaşlar, ezile büzüle ‘bizden bu kadarmış, geçim derdi ağır bastı’ falan derlerdi. Son zamanlarda, devrimci mücadeleyi bırakmış eski arkadaşlara, ne yaptığını sormaktan korkar oldum. Çünkü çoğu, tekrar ‘devrimci’! Şu taşı şurdan alıp şuraya koymuyorlar, ama ‘sol’ olarak ve sonu gelmez biçimde her konuda ötüyorlar. Revaçtaki köşe yazarlarının, tv yorumcularının jargonuyla. Titreyerek, kasılarak, kusarcasına! Ve de, ah, hem de nasıl bir haz, minnet duygusuyla’! Kime mi ? Faşizmin kaydırağı ‘liberal sol’dan başka kime olabilir? Yetişip de kendilerini ‘devrimciliği bırakmanın ezikliği’nden sıyırdığı için. Ortalık böyle ‘sıyrık köfteleriyle’ dolu. Köftecinin gömleği Franco döneminde karaydı. ‘Küreselcilik çağı’nda pembe. Şimdi halkın arasında pembe gömleğiyle tebdil-i kıyafet geziyor.

Pekiştirmem gerekli: ‘Faşizmin kaydırağı’ sözü ağzıma rastlantısal düşmedi. ‘Liberal sol’un, faşizmin kaydırağı olduğuna, faşizmin kara yüzünün bu pembe maskeyle uyum içinde olduğuna hiç şüphem yok.

İnsanlığın Hitler’den Franko’ya, tarihten tanığı olduğu eski kıyamet hallerinin günümüzdeki ‘yeni’si de bu! Zehiri süpürmek için, ilkin tükürmek gerekiyor. Sonra... Kimse kaygılanmasın, ‘sonra’nın da sırası var!