Postacısı Rüzgâr Alıcısı Yıldırımlar Olan Bir Mektup

İhtilaller ve İnfilakların Fünyesi Şiirde Gizlidir, Şiirse İnsan Yüreğinde

Öyle ya, hem bilmediğim birilerine yazıyorum bu mektubu, hem de bütün ömrümü verdiğim bir konuda. Alıcı kuşa yem sunar gibi. Göğün yıldırımlarla oynaştığı, rüzgârlı bir havada. Alıcı kuşlar da kardeşimdir, rüzgâr da, yıldırımlar da. Mektubum, onu bu duygumun ikizi bir duyguyla okuyacak kişiye ancak Sevgili kardeşim hitabı taşır. Pardon: ne rüzgâr zarfa sığar ne yıldırımlar! Mektubumda sadece yankıları var....

Mektubuma Şiiri seçmiş kardeşim diye de başlayamazdım hele ki Genç şiir adayı diye hiç! Şiir ihtilal (ci) işidir, seçim (ci) işi değil! Bu işin ‘adaylığı’ olmaz. Seçim mi var? Seçen kim, seçilen kim, neyin adaylığı?

Hele ki konu şiir olunca ‘usta’ hitabı da bana saçma gelir. Biri bana ‘Usta, ustam!’ falan dediğinde şahsen gıcık olurum! Ustalık şiirin dünyasında anlam taşımaz. O dünyanın en iyileri her zaman hep çıraktır! ‘Buna yüzbin neden say’ deseler sayarım. ‘Yetmedi’ desinler yüzbin daha sayarım. Çıraklıkta gençlik ve heyecan gizlidir çırak rüzgârın duasıyla başlar işine çırağın içi tiril tirildir çırak sevdayla işler işini....diye sıralanır gider üçüncü yüzbin bile. Hem de duygusu şiire denk düşe düşe...

İsteyene şiir mezarlığını gösterebilirim. Ustalaştıkça kötürümleşmiş sakatlar evini de! Niceleri var böyle: ilk şiirleri yani çıraklık çığlıkları en iyisidir. Nedense beni çırağın heyecanı ustanın encamından daha çok ilgilendirir. Bundan olacak, bana ilk şiirlerimden söz edildimi gizli gizli sevinirim. Veysel Çolak’ın kulakları çınlasın, her karşılaştığımızda ‘şu senin ilk şiirlerin’ diyerek elin içinde beni böyle sevindirir. Üstelik sevinirken o şiire sarılı acımı anımsarım.

‘Acı’ dedim de aklıma geldi: acısız şair tanımadım. Şairin hasında hasmı gibi acı gizlidir. Hani kendi canı komforda bile olsa, acıyı dünyanın öbür ucundan bulup sarınır. Yoksa “Elini elime değme gülüm / Benden sana geçer ölüm” diyebilir miydi Nâzım? Kanadı kırılmış kuştan, yanan fidana, yetim düşmüş bebekten, ayrı düşmüş geline dek acının en derin yankısı şair yüreğindekidir. Eh, bu dili, yani Acıca’yı şairden iyi anlayan ve konuşan mı var?

‘Dil’ dedim de, dilini bilmediğin şeyin ne dediğini anlamak, derdini dinleyip derman aramak olası mı? O zaman, filizden söz diyorsan Filizce’yi, öfkeden söz ediyorsan Öfkece’yi, hasretten söz ediyorsan Hasretçe’yi iyi bileceksin. Öğrenmenin yolu: onunla birebir, koyun koyuna, canında teninde duya duya harmanlanmak. Yoksa Karacaoğlan “Ölümden korkup da gününü sayan / Ölür gider yâr koynuna giremez” diyebilir miydi?

‘Dünya nimetleri’ymiş! Ben onu bunu bilmem şair, ‘Dünyanın şiirden daha değerli nimeti var mı?’ diye soru bile sormaz kendine. Ruhuna hakaret sayar? Şiirin zenginliği kantara gelmez.

Çünkü, anlık bir patlamadır. Kantara nasıl gelsin? Bazıları onu düşünce, bazıları ahlâk, bazıları çıkar, bazıları yağcılık kantarında tartmaya kalkar. Kalksın, sonunda kendi kolları, kendi hafızası yorulur. Tarttığı yoğurt mu sanki? Duyguyla, düşle yoğurulmuş şiir! Bu yükün çektiği ağırlığı tanrı tanımlayabilmiş mi ki, kul tanımlayabilsin? Bırak şiiri, hadi, arıya nektardan başka yük sar, kelebeğe gem vur?

Yeryüzüne adaleti gökyüzünde arayanlar böyle konuşmalara bozuk çalıyormuş. Onlar bozuk çalmasınlar diye şiiri duaya saracak halim yok! Dua şiirin dumanıdır. Eh, ateş olmayan yerden duman çıkmaz ama benim derdim de ateşle, pardon şiirle!

Kiminin kolayına gelir, yani ‘en kolay yazılanı’dır, ama geceleri bakınca göz ucuyla yıldızlara da kolaycana varılır! Şiirin hasına sahiden varmak zor iştir. Sahisi zor olmadan kolaycana başarılmış ne iş var? Hazım için bir yudum ekmek bile çiğnemeden yutulmaz. Bir kaşık bal bir anlık tatlı doyumdur ama bunu arıya sorma! Onun bir kaşık bal için dolaştığı 75 bin kilometrelik yolda 2 milyon çiçek var. Ondan ki ben, yanarak derinleşen kuyusu olmayan şiire şiir demem. Şiir antologları, antropologları, filezofları, profları ne derse desin!

Şair mi şiirden çıkmıştır, şiir mi şairden diye tartışmaya da girmem! Şiirin girdisi çıktısında beni en fazla ilgilendiren şey, bu işin çıkma ve çakma işi değil sökme işi olduğudur. Hayattan gerçekliği yoğura yoğura doğurma işi. Doğurma olunca bunun erken doğanı da olur, ölü doğanı da! ‘Şiir canlı mı ki?’ diye sorana ise hiç cevap vermem! Şiirin can taşıdığını bilmeyene ben, onun bütün canlılardan farklı olarak ölümsüzlüğünü nasıl anlatayım?

Şiirin evrenselliğini ‘çok tanınmışlık’ olarak tanımlayanlar, bırakın şiir yazarken başka dillere nasıl çevirileceğini düşünerek kağıt karalasınlar. Ya da başını belaya sokma kaygısıyla kalem tutanlar şiir diye vesair işlerle uğraşsınlar. Konumuz şiir olunca beni ihtilal ilgilendirir. Çünkü her has şiir ihtilaldir. Her has şair kendi sözcük sılasının isyan önderi. Has şiiri güzel ve evrensel kılan budur. Güzellik ve tanınmışlık tek başına şiir olmaya yetseydi, gökyüzü dünyamızın en büyük en tanınmış şairi olurdu. Dünyada tanınmıyor diye Karacaoğlan’ı şair saymayanın ise alnını karışlarım!

Aman ha, şiir kök tutar mı demeyin? Seruma takılmış hasta gibi vazoya konulan çiçek mi şiir? Kök tutar mı ne demek? Zaten kendisi kökte filizlenmiştir. “İki kanat takınam / Biraz uçasım gelir” diyen Yunus toprağımızdaki dal budak kökümüz değil mi? Zaten ben onun “Yüz Kâbe’den yeğrektir / Bir gönül ziyareti” diye nitelediği duyguyla gönlünde şiir gizli kardeşlerime geldim bu mektupla. Yüreklerindeki şiirle infilak etmeleri dileğine sarınıp...

Şiir kitabımda ‘Ana Kalbi’ diye yer alan şiirim, anamla iki cümlecik diyalogtur:

- Anneciğim şair oldum anlıyor musun?
- Ah, keşke sevincin öğrencisi olabilseydin, eğitmeni olacağına bunca acının!

Nedendir bilmem, şair olma hevesi taşıyanlara ben hep anamın duygusuyla bakarım....