Ömür Biter Sansür Bitmez!

23.09.2009 da soL portalda yayımlanan ‘Organize Karışık İşler’ başlıklı yazım sessizce yayından kaldırıldı. ‘Sessizce’ demem okurların haberi olmamasından. Yoksa, benim içimdeki gürültüsünün yanında, İzlanda’daki yanardağın gürültüsü fos kalır! Yazımı kaldırırlarken, gazetemizi yöneten kardeşlerimizin de aynı duyguyu yaşadıklarından eminim. Ama böyle uygun gördüler. Yüklendikleri sorumluluk açısından haklıdırlar. Gazetemizin selameti duygusallığımızın üstündedir.

Hayat yolculuğuna yazarlığın bu türüyle çıkınca ömür biter, sansür bitmezmiş! Demek ki bu benim kaderim. Shakespeare’nin dediği gibi, “Belki kaderimi değiştiremem, ama, bu ona baş eğeceğim anlamına da gelmez!”

İster ‘tedbir’e yönelik politik açıklamalar olsun, ister ‘tehdit’e yönelik cezai uyarılar hiçbiri düşünce özgürlüğü ve yazarlığıma sınır olarak umurumda değil. Duygumdaki sızının kökleri bunların ötesinde: bir yazarın yazısının yasaklanması, ilkin insani açıdan acı vericidir. Düşünün, yüreğinizde bir kıpırtı var ve doğmak için sabırsızlanıyor. Onu doğurmak için gecenizi gündüzünüzü veriyorsunuz. Duygunuzu, hıncınızı, öfkenizi, sevincinizi, merakınızı sözcük sözcük işliyorsunuz. Bir eksiği kalmasın istiyorsunuz. Eşinizin, ‘Ne zaman uyuyacaksın?’ ya da ‘Yemeğe gelmiyor musun?’ türü seslenişlerini çocuğunuzun, ‘Baba söz vermiştin, ne zaman çıkacağız?’ sızlanışlarını arkadaşlarınızın, ‘Nerde kaldın?’ telefonlarını dışardaki bahar güneşi ya da daldaki tomurcuğun ‘Hadi gel!’ nazlanışını, ‘Yazımı bitirdikten sonra!’ diye yanıtlıyorsunuz. Öyle bir an geliyor ki, yazınızın doğumu her şeyin önüne geçiyor. Doğuyor ve onu kendi hayatına uğurlarken, kanat çırpıp gidişinin ardında, kanatlanmış bir yüreğin duygusuyla bakıyorsunuz. Ve artık onun yaşam serüvenleri başlıyor. Anası sizsiniz hep sevinçli, yolu açık, özgür olsun istiyorsunuz acısı sizi dağlıyor.

Evet evet, bu benim kaderimmiş. 1972 de ilk ilk şiir kitabım ‘Hayatımız Üstüne Şiirler’in yasaklanmasını, ilk gazetecilik ürünlerimden ‘Darağacında Üç Fidan’ın yasaklanması izledi. Birinden iki yıl tutuklu yargılandım, diğeri 22 yıl yasaklı kaldı. 20 li yaşlarımda başlayan bu serüven 60 lı yaşlarımın ortasında hâlâ böyle sürüyor.

‘Darağacında Üç Fidan’ yasaklandığında, sabaha kadar hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Korkumdan, üzüntümden değil, hıncımdan, çaresizliğimden. Yavrusunun kırbaçlanmasını, zincirlenmesini seyreden ana duygusuyla. Ve o gün dedim ki kendi kendime: Genç bir adamın yazarlık coşkusunu kırmak isteyen düzenin boynu kırılsın! Hıncımı andım gibi sarındım.

‘Organize Karışık İşler’ başlıklı yazım, örtülüp sessizce karanlığa kaldırıldı. Hakkında mahkeme kararı var. Mahkeme süresince konuşacak değilim. Ama yazımın canlı canlı tabutlandığından emin olarak. Evet ölü değil, ölmeyecek de. Sabrının öğretmeni toprak, su ve hava sabrının yoldaşları dalgalar ve rüzgâr, sabrının sevdası tomurcuklar. Bir ayağı zindanda da olsa bir ayağı dağda. Yani köklenerek bekleyecek. Yasak yaşına benim ömrüm yetmese bile o sabrının çiçeğiyle geri dönecek. Buna yani hayata inanmasam zaten yaşayamam.

‘Organize Karışık İşler’ başlıklı yazımı, yazıda adı geçen, dönemin Beyoğlu Emniyet Müdürü (şimdi Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Baş Müfettişi) Ali Gedik ve o dönem İstanbul Emniyet Müdürü (şimdi Osmaniye Valisi olan C. Cerrah) dava konusu yapmış. Avukatlarının, yazımın tekzibi için başvurduğu Fatih 1.Sulh Ceza Mahkemesi, 14.10.2009 tarihinde taleplerini reddetmiş. 2009/2298 tarih ve sayılı Mahkeme kararı şöyle: “Nihat Behram’ın yazısına karşı yasaklama girişimi başlıklı yazılarda Ali Gedik isimli başka kişiden bahsedildiği, tekzip isteyenlere yönelik haber verme ve eleştiri sınırları dışına çıkılarak kişi haklarını ihlal edici ve hakaret edici ifadeler bulunmadığı gibi zaten ibraz edilen 25.09. 09 internet portalında ‘tekzip talebi’ başlığı altında noktası virgülüne kadar aynen yayınlandığı anlaşılmakla talebin reddine...”

Davacılar bununla yetinmemiş, ısrar etmişler ve bu kez yazım hakkında bu karar çıkmış. Ötesi: Davacı avukatı, Kadıköy 2. Asliye Hukuk Mahlemesi’nde benim ve gazetemiz hakkında 20 bin TL lik tazminat davası açmış. Davacı avukatı, müvekkili Ali Gedik’i, bir dönem Antep’te oto hırsızlık çetesine karışan aynı isimdeki Asayiş Şube Komseri ile aynı kişiymiş gibi gösterdiğimiz iddiasıyla, ‘müvekkilinin meslek haysiyetiyle oynandığını’ iddia ediyor. Yazımda böyle bir kasıt olmadığını, isim benzerliği olan ayrı kişilerin söz edildiğini, okuduğunu anlama yeteneği olan herkesin bunu kolayca görebileceğini belirtmemize ve bunu da gazetemizde açıklamış olmamıza rağmen, davacılar iddialarını sürdürmüş. Bu dava sürmekte olduğu için üstüne konuşma hakkımız yok.

Ne var ki, bu arada, o dönem Beyoğlu Emniyet Müdürü olan ve davacı Ali Gedik’le ilgili (soL portalda 07.10.2009 tarihinde yayımlanan ‘Silahlı Özgürlük Gaspı’ başlıklı yazımda anlattığım) benim açtığım dava sonuçlandı. Beyoğlu Emniyet Müdürü olduğu dönemde onun imzası ve ‘çok acele’ kaydıyla Taksim Polis Merkezi’ne yapılan yazılı bildirim sonucunda 6 Mayıs anmaları için geldiğim İstanbul’da, 5 Mayıs geceyarısı kaldığım otelde gözaltına alınmıştım. Savcılığın ‘hakkında gözaltına almayı gerektirecek hiçbir suçlama ve yasal durum olmadığı’ kararıyla serbest bırakılmıştım. Bence bu durum silahlı özgürlük gaspıydı ve silahlı baklava gaspı yaptıkları gerekçesiyle ağır cezalara çarptırılan çocukların ‘suç’undan daha büyük bir suçtu. Sorumlular hakkında avukatım Başar Yaltı dava açtı. İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’de görülen davayı kazandık. Mahkemenin kararında, “polisler tarafından asılsız bir bilgiye dayanılarak gözaltına alındığı...gözaltına alınmasını gerektiren olayların hukuksal bir dayanağı olmadığı...arama kayıtlarının kapatılmasına 1991 yılında karar verildiği ancak Emniyet Müdürlüğü yetkililerinin görevlerinde ağır bir hizmet kusuru işleyerek bu kayıtları kapatmadıkları...bu nedenle davacının özgürlüğünün haksız yere kısıtlandığı, kişilik haklarının saldırıya uğradığı” gibi gerekçelerin altı çizilidir. Daha sonra mahkeme kararı Yargıtay’a gitti ve Yargıtay 9. Ceza Dairesi geçtiğimiz günlerde mahkeme kararını daha da ağırlaştırarak, Esas no:2008/9038 Karar no: 2010/140 sayılı kararıyla onayladı.

Bu nasıl bir iş ki, Yargıtay’ca da onaylanmış mahkeme kararında haksız yere özgürlüğü kısıtlanan, kişilik hakları saldırıya uğrayan ben, görevlerinde ağır bir hizmet kusuru işleyenler ise Emniyet Müdürlüğü yetkilileri iken, A.Gedik ve C. Cerrah’ın avukatınınca açılan davada ‘müvekkillerinin kişilik haklarına çok ciddi biçimde saldırmak’ iddiasıyla yargılanıyorum!

Asıl ilginçlik mi: Yargıtayca da onaylanan İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bana (yani halka) ödenmesine hükmettiği 11 lira 67 kuruş tazminatı ödemesi gereken, görevlerinde ağır hizmet kusuru işleyen Emniyet yetkilileri değil de, Devlet’in Maliye’siymiş! Üstüne üstlük, ‘ağır hizmet kusuru işlediği’ mahkeme kararıyla saptanmış emniyet görevlisi, bu ‘kusuruna’ işaret ettiğim için şimdi benden 20 bin lira tazminat istiyor! Hesapladım: Benim onlar hakkında açtığım davada ‘özgürlük gaspı’nın bedeli olarak bana ödenmesi gereken 11 lira 67 kuruşla 650 gram baklava alınıyor. Onların bana açtığı davada istedikleri para kabul görürse (halkın parasıyla) 650 tepsi baklava alabilecekler! Merak ediyorum, Teftiş Kurulu Baş Müfettişliği bu durumu değerlendirecek olsa nasıl bir rapor yazardı?

‘Silahlı Özgürlük Gaspı’ başlıklı yazıyı yazmak için 4 sene mahkeme sonucunu bekledim. ‘Organize Karışık İşler’ yazımla aramızda, hakkımızdaki mahkeme nedeniyle şimdilik ayrılık var. Evet, ölümlüyüm, ama bilirim ki bu türden ayrılıklar da ölümlüdür. Gün olur yazım gün yüzüne kavuşur. Yavrumdur, tabi ki ona kavuşmayı yasaklı günlerinin hıncıyla bekleyeceğim. Gün yüzüne mutlaka kavuşacağı bilinciyle. Darısı yasak altındaki düşüncelerin başına!