Katiller ve Suç Ortakları

1 Mayıs'ın hemen öncesinde, sanki Türkiye işgale uğramış da savaş hali ilan edilmişcesine yaratılan havanın kan kokusu topluma solutuldu. Çıkarılmış yangın, 1 Mayıs'ın hemen ertesinde, bu kez, aynı inanılmaz hızda küllendirildi! 27 Nisan şafağında Bostancı'da yaşananlar, vicdanın tükendiği yerde cinnet getiren bir toplumun 'cinnet görüntüleri'nden biri olarak tarihimizin 'kanlı, kara, karanlık işler' bendine eklendi.

Tarih boyunca, bu türden katliamlar hep aynı olagelmiştir. Katiller, cinayetleri kadar, cinayetlerini gizlemenin hesaplarını da yapmıştır. Her zaman aynıdır: ilk açıklamalar katiller ve suç ortaklarından gelir! Kanlı eller, suç ortakları korosunun söylediği kahramanlık şarkıları eşliğinde yıkanır. Kan hızla kuruyup küllensin, gerçeklik ufalanıp unlaşsın, hesap soranlar ya sussun ya kendilerine satılsın isterler. Sonra, hesap sormada direnenlerle, hesap vermesi gerekenlerin ayrışması başlar susmayanlarla, susturmaya çalışanların kavgası. Yani tarih başlar. Bir yanı karanlığa gömme çabasının enkazıyla dolu da olsa, tarih esas yanıyla, gerçeği bulup karanlıktan sıyrılmaya çalışmanın öyküsüdür.

Bostancı'daki olayın gerçeği şimdilik karanlıktadır! Sahnedeki kanlı 'oyun' sonuçlandı, perde kapandı, seyirciler dağıldı! Suç ortağı yorumcular 'oyunu' yorumladılar. Olay artık tarihindir. Sabrına insan ömrünün yetmesi çoğu zaman mümkün olmasa da tarih, soruların doğru yanıtlarıyla, gerçeği mutlaka gösterecektir.

Bostancı'daki kanlı olay, daha bir ayını doldurmadı. Ama, toplumda sanki yıllar öncesinin olayıymış gibi küllendirildi! Olayı ve ertesindeki üç günü, depremler, seller, savaşlar gibi sara nöbetleriyle yaşamış olan toplumun iki hafta sonraki bu sessizliği, bu unutkanlık, bu uyuşuk uyku hali, vicdan denen şeyi yitirmiş olmanın bir başka hastalık görüntüsü değil midir?

Olaya ilişkin hangi sorunun yanıtı verildi? Yapılmış açıklamaların hangisi doğru? Suçlu kim, suç ortakları kim suçlular ve suç ortaklarının yorumları gerçeği görmeye yeterli mi?

Genç bir insanı bir evde kuşattılar. Tamam: silahlı bir insandı. Tamam: inancı silahlı mücadele odaklıydı. Tamam: tercihi, teslim olmaktansa ölümdü. Ya peki sonrası?

Sonrasındaki bütün açıklama ve yorumlar İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü'nün açıklamaları ortak medya yorumları. Bu açıklamalar ve bu açıklamaların derinleştirilip pekiştirildiği yandaş medya yorumlarından başka, toplumun bildiği bir şey var mı?

Evinde kuşatılan ve direnen insanın gövdesinde kaç yüz kurşun vardı, bu kurşunların kaç yüz tanesi ölümünden sonra gövdesine sıkıldı bu insana ölümünden sonra tekmelerle, dipciklerle işkence yapıldı mı? Sokakta, olayı seyrederken vurulup ölen günahsız gencin gövdesindeki kurşun kimin silahından çıktı? Şanssızlık mı, hesaplı bir cinayet mi? Katili kim? Olayın tarihi neden tam da 1 Mayıs öncesi? Bu soruların yanıtı ne? Hiç mi önemi yok bunları bilmenin?

Evet bütün bu sorulara, İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü'nün verdiği yanıtlar var. Hatta Emniyet Müdürü, ilk gün basında, "Evdeki terörist, ele geçirdiği polis telsizinden anons yaptı!" türünden çıkan habere karşı, "Telsizi de silahı gibi polisin namusudur, bu haberler doğru değildir!" diye bir açıklama yaptı! Gerçek hangisi? Bütün bu sorular, bilinmez, yanıtına varılamaz sorunlar mı? Namuslu medya görevi, üstüne gitmek mi üstünü örtmek mi?

Bir yerde bir zalimlik varsa, zalimliği sorgulamayanın vicdanı sığdır, kirlidir. Elbette ki, kimse kimsenin politik görüşünü desteklemek, onaylamak zorunda değil. Herkes kendi inançları doğrultusunda doğru diye bildiğini yapar. Bu ayrı bir şeydir. Ama herkes kerkesin vicdanını sorgulama hakkına sahiptir. Toplum vicdanını uyarmak hakkına sahiptir. Susmak vicdansızlığın suç ortaklığıdır. Hele ki, bir de 'toplumsal gelişme' adına ötenlerinki!

Bostancı'da yaşanan olay, neo-liberal yapının gerçek yüzüne de ayna tuttu. Cinayete suç ortağı olma hünerini, kanlı iştahını, provokatif kimliğini, zalim yardakcılığını, ahlak dışılığını, vicdan yoksunluğunu, kiralık yapısını, halk düşmanlığını işine geldiği yerde 'vah derin devlet' diye karşıdan, işine geldiği yerde 'ah derin devlet' diye o cepheden öten sol bulamaçlı yalakalığını, meslek soytarılığını, ihanet ustalığını bir kez daha gösterdi.

Adı, 1990'lı yıllarda çıkan şeriatçı 'Taraf' dergisinden miras kalan gazetesinde, olayın hemen ertesi günü, Ahmet Altan, 'henüz belgeleri ortaya çıkmayan iddialara göre' sözleriyle, evdeki insan hakkında 'Ergenekon ile bağlantısı var' diye salya köpürttü. Katlin teşhirinden değil, 'mazereti'nden yana ruh haliyle. Vitrin aksesuvarı 'kuru-sıkı solcu' yazarlarıysa, "Seçimle gelen yönetimleri, silahlı tehditlere karşı korumanın devrimci görev olduğunu" buyurdular! Gazeteci ve yazardan çok, hükümetin 'basın sözcüleri' olarak! Tıpkı, Çandar'ın Özal, Barlas'ın Evren, Céline'nin Hitler ve işbirlikçisi Fransız Vichy Yönetimi için taptıkları gibi.

Bostancı'da, bir evde tek başına kuşatılıp katledilen Orhan Yılmazkaya, tanınmayan bilinmeyen bir insan değildi. Ciddi bir yayınevinde ve radyolarda editörlük yapmış, yazılar yazmış, kitabı olan, uzun süre legal çalışma içinde de olmuş bir insan. Kaldı ki, tanıyıp bilmesek ne olur? Tartışılması gereken, ortaya çıkarılması gereken gerçek ve yanıtını arayan sorular şu noktada onun politik mücadele anlayışı da değil. Olayın adı ne? Vali ve Emniyet Müdürü 'nün koyduğu ad mı? O adı, derinleştiren neo-liberal suç ortaklarının yorumları mı?

Birçok insan işkencede katledildi. Ölü bedenleri bile parça parça edildi. Bu vahşete karşı çıkmak için onların politik safında olmak gerekmiyor. İnsan vicdanı taşımak yeterli. Ölüm oruçlarında can vermiş insanları, 'hayata dönüş' sıfatlı katliamlarda, 'faili mechul' cinayetlerde kurban edilmişleri duymak için, o politik çizgide olmak gerekmiyor, vicdan taşımak ve sesini dinlemek yeterli. Böyle durumlarda, sağduyunun, vicdanın, insani duyarlığın sesi çıkmazsa, gerçeklik, bir ucu katili kudurganlaştıran, öbür ucu maktulü ilahlaştıran noktada düğümlenir. Düğümlenen toplum vicdanıdır. Vicdanı düğümlenmiş toplumda, gerçeklik daha da bulanıklaşır. Faşist yapılanmanın harcı da o bulanıklık değil mi?

Evet, Taraf'ın da içinde olduğu resmi güçler, kamuoyunun merak edeceğini düşündükleri soru ve konularda, kendi cephelerinden açıklama ve yorum yaptılar. Sonra, 'ölüsüne kimsenin sahip çıkmadığını' duyurdukları Orhan'ın, 'silah çektiği polislerce gömüldüğünü' söylediler. Ertesi günlerde şehrin varoşlarında Orhan'ı anan gösteriler oldu. Peki, ya demokratik sivil toplum kuruluşları kim ne yaptı? Peki ya vicdan, yani insan olmanın sesi var mı duyan?

'Örtünme özgürlüğü' diye ortalığı velveleye veren insan hakları örgütleri ve aydın kuruluşları, olaya ilişkin soruların üstündeki kanlı-karanlık örtünün kalkması için nerede, neyi, ne kadar yaptılar? Genç bir insan, kaçı öldükten sonra sıkılmış kaç kurşunla gömüldü, bilen var mı?

Politik mücadele konusunda çok farklı görüşler ve o temelde farklı yapılanmalar olabilir. Ama, zulmün karşısında vicdanın sesi, insan olan herkeste aynı tondadır. Hele ki devrimci yapılanmalarda, insan olmanın onuruyla, vicdanın sesiyle, hesap sormanın bilinciyle hareket, ayrılığın bitttiği nokta değil midir? İnsan olma onurunun tartısı, her şeyden önce bu vicdandır.