Katil Kim?

Polisiye bir film seyreder gibiyim ve delirmek üzere. Tam, ‘Katil kesin bu!’ diyecek oluyorum ki sahne değişiyor ve katilin ‘kim’liği diğerine kayıyor. Tamam, anlıyorum, polisiye senaryonun böyle bir merak mıknatısı var, yani katilin kimliğini kolayca ele vermeyip finale saklamak. Fakat bu ‘film’lerde final de bir türlü gelmiyor. Üstelik bir bakıyorum, bizzat maktul katil diye öne çıkarılmış. O zaman ufak ufak delirmeye başlıyorum.

Söz gelimi Japonya’daki felâkete ilişkin görüntüler. Gözüm birden Japon İmparatoru Akihito ve İmparotiçe Michiko’nun, arkalarında Başbakan Naoto ve bakanlarla geçtiği sahneye takılıyor ve ‘İşte katil bunlar!’ diyorum ki karım, ‘Hayır hayır imkânsız!’ diye çıkışıyor. ‘Kör müsün, İmparator ne kadar üzgün ve halkın önünde diz çöktü!’ Karımın duygusallığı neredeyse beni de ağlatacak. Birlikte izlemeyi sürdürüyoruz. İmparator ve İmparatoriçe halkın önünde diz çökmüş, deprem ve tsunamide ölenler için dua ediyor. İmparator halktan ‘morallerinin bozulmaması ve cesur olmalarını’ istiyor. Başbakan ‘Nükleer santraldeki sorunun da en kısa sürede giderileceğini, Japon devletinin halkla elele bu felâketi alt edeceğini, hastahanelerden bankalara, sigorta kurumlarından, sanayi kuruluşlarına Japonya’nın felâket karşısında tek vücut olduğunu’ söylüyor. Devlet erkânının yüzleri zaten ağlayarak doğdukları gündeki masumiyeti hiç yitirmemiş. Görüntüler deprem günleri ve tsunamiye dönüyor. Filmde katil adayları birbirini izliyor: Deprem, dalgalar, deniz, fay, toprak, su, halk, imparator, parlamento, kapitalist devlet... Peki katil kim, hangisi? Tam bu noktada sinir sistemimin fay hattı kırılıyor, titremeye başlıyorum... Neyseki o ‘dizi’nin o bölümü bitiyor...

Ekranda bir başka ‘dizi’nin yeni bölümü. Görüntüde Obama. ‘Muhtemel bir halk katliamı’ndan söz ediyor. Kaddafi’nin kafasındaki planı okumuş olmanın ses tonuyla konuşuyor: ‘Buna izin veremeyiz!’ diyor. Sarkozy, Merkel, Cameron bu ‘önsezi’yi alkışlıyor. Kaddafi ise, ‘ülkesine saldırılması halinde petrol kuyularını ateşe vereceğini’ söylüyor. Sahnede petrol, kum, rüzgâr, deniz, gemiler, uçaklar, variller, NATO, bomba, Birleşmiş Milletler... Tam, ‘Katil kim?’ diyecekken ‘reklâm’ niyetine yorumcu giriyor araya, ‘petrol sorunu’na vurgu yapıyor. Peki katil kim? Petrol mü yoksa? ‘Dizi’nin o bölümü bitiyor.

‘Yerli dizi’de Burhan Kuzu var. Bence meclisin en ‘pratik ve sempatik’ üyesi! Kafasında kırılan yumurtayı bile ‘sevimli’ kıldı kılalı, onun olduğu haber dizilerini kaçırmam. Yine aktif bir biçimde çalışıp ‘Ya Başkanlık, Ya Pişmanlık’ adını koyduğu kitabını tamamlamış. Aslında kitabını tanıtıp başkanlık sistemini savunmaya hazırlanıyordu ki, birbiri ardına iki konu daha aktüaliteye düştü. Biri nükleer santral diğeri idam. Üçüne birden ‘Karşı değilim!’ deyip çıktı işin içinden. Bu konudaki görüntüler sürerken ben de bir yandan soL’da Selim Yalçıner’in yazısını okuyordum. Rastlantı bu ya, Selim de ‘Nükleer santrali savunan bakanlara aynı bölgede deniz kıyısında birer villa verilsin!’ diye yazmış. Şu Selim’deki cesarete bak, hem de idamın geri gelmesi için çalışıldığı bir dönemde. Kendi kendime ‘Eyvah!’ dedim. Ya şimdi bu oluverse, yani aktif çabalarından ötürü ödül olarak Kuzu’ya orada bir villa verilse, o da, bahçesine kurbana hazırlık iki kuzu alsa, kuzular radyoaktifli kuzukulağı otlayıp da ölüverse katil kim? Kuzukulağı mı? Böyle düşünen ben delirmeyeyim de kim delirsin?

Kuzu dedim de aklıma ‘Kuzuların Sessizliği’ filmi geldi. Ne dehşetli bir yamyam tiplemesiydi Anthony Hopkins’in Hannibal Lecter tiplemesi. Ve zaten, koca filmde topu topu 16 dakika göründüğü o tiplemeyle Oscar ödülü almıştı. En kısa süreli rol ile en büyük ödül rekoru bu sanılsa da, bence Obama’nın ‘barışçı rolü’yle gelir gelmez aldığı ‘Barış Nobeli’ bu rekoru kırdı. Üstelik yamyam rolünde Hopkins kurbanlarını tek tek seçiyordu. Obama’nın kurban seçimi toplu. Peki katil kim? Hopkins mi?

Katil diye köpekbalığını, balinayı gören de var! ‘Katil köpekbalığı, katil balina’ diye ilkokul kitaplarında bile geçer. Dere yatağını, deniz koynunu, nehir ağzını ‘katil’ diye gören sürüsüne bereket! Sanki dere yatağı ‘gel koynuma kazmanla, kiremitinle, harcınla, çivinle gir, çöreklen otur’ diye davetiye çıkarmış! Sanki, ormanlar ‘Bizi bitki örtümüzden soyun!’ diye denizler ‘Koylarımızı oyun!’ diye davetiye çıkarmış! Atığını, reaktörünü, detektörünü kapan ormanların, koyların koynuna giriyor. Asıl felâket bu, deniz kükremesi, derenin coşması değil. Adı üstünde: dere yatağı. Tabi ki derecik kendi yatağında ara sıra coşacak. Senin ne işin var onun yatağında? Üstelik bir de kazmanla, kiremitinle, biriketinle giriyorsun! Senin yatağına biri öyle girse boğmaz mısın? Sonra da ‘doğa felâketi’ diyorlar! ‘Katil’ damgası yiyen: rüzgâr, volkan, tsunami, dalga, deniz, dere yatağı, sağanak... Maktule bak: ‘insan’mış!

Aslında düğüm tam da bu noktada. ‘İnsan’ noktasında. Bu düğümü çözmesem delireceğim. Yani ‘insan kim’ düğümünü. Öyle ya, maktul gerçekten insan. Ama o zaman katil kim? Güneşten koptu kopalı uzayda saklısı gizlisi olmadan fayıyla, volkanıyla, deniziyle kırıla püsküre, coşa çağlaya usul usul soğuma turları atan dünya ve doğası mı? Tanrı kelâmı olsa benim aklıma yatmaz! Üstüne alınan alınsın: maktule insan dediğim yerde katile de insan diyecek kadar ahmak değilim! Olsa olsa Anthony Hopkins’in ‘Hannibal Lecter’ tiplemesiyle rol kesmesi gibi, o da ‘insan’ görüntüsüyle rol kesen bir canavardır, gerçek insan değil.

Dizilerin yeni bölümlerine bu gözle bakıyorum: işte Akdeniz’in Akkuyu koyuna doğru kazmalarıyla geliyorlar işte Nato uçaklarıyla Libya semalarındalar işte bankaları, borsaları, sigortaları, atom reaktörleriyle koynumuza giriyorlar...

Taşan dere yatağı, coşan deniz, püsküren volkan susan insandan daha onurlu değil mi?

Japonların inancına göre imparatorları ‘güneşin oğlu’! Kimin oğlu olduğunu bilmiyorum ama güneşin oğlu olmadığı kesin. Güneşin gerçek yavrusu dünyamız, doğamızdır. Onun da aydan kutup yıldızına kadar sayısız kardeşi var. Tümü güneşten doğmadır. İmparator onların öz kardeşi olsaydı, koynuna nükleer zehrin yığılmasına göz yumar mıydı?

Şiddeti çok yüksek olmasına rağmen, hazırlıklı oldukları için deprem sarsıntısından sıyırdılar, fakat, radyoaktif zehir bulutunun pençesindeki halkın hali gerçekten hazindi. Karım, İmparator Akihito’nun felâket bölgesinde diz çökmüş dua edişini derin bir hüzünle seyrediyordu. Ağladı ağlayacak kadar üzüntülüydü. Yorumcu, Japon halkının felâket karşısındaki vakurluğunu, yağmalama gibi olaylara başvurmayan asaletini dünyaya örnek gösteriyor, İmparatorun felâket kurbanları önünde diz çökmesinden övgüyle söz ediyordu. Tam da o sıra, kopasıca dilim durmadı, başladım kendi kendime konuşmaya: ‘Katil, halkı için dua eden İmparator kılığında dolaşıyor! Halk birbirinin malını yağmalamıyor, fakat, hayatlarının yağmacıları ve yeryüzünün katillerine karşı körler, üstelik kurtarılmayı da onlardan bekleyecek kadar ahmak! O nükleer santralle koyun koyuna yaşatılmalarına neden göz yummuş diye yakasına yapışmaları gerekirken, önlerinde diz çöküp dua etti diye İmparatorlarıyla gururlanıyorlar! Ahmaklık bu değilse nedir?’

Ben böyle konuşunca, karımın duru insani üzüntüsü bana dönük öfkeyle bulandı: ‘Senin de muhalif olmadığın hiçbir şey yok!’ diye söylendi! Söylensin! Onun bu öfkesine de muhalifim. Ne yapayım, böyle düşünüyorum, susayım mı? Çünkü topraktaki kırılmanın da, denizdeki dalganın da cinayet ve katliam faili olmadığını anlayacak kadar beyine sahibim! Katil, kan ve katliam oburu kapitalizm canavarını besleyen, koruyan, kollayan herkestir. İşte şu sıralar Japonya’da ‘halkı için dua eden İmparator’ kılığında dolaşıyor, Libya semalarında, ‘Barış Nobeli Ödüllü Siyah Başkan’ kılığında...

‘Kuzuların Sessizliği’nde Lecter’in yamyamlığı daha baştan belliydi ve ‘Katil kim’ sorusunun yanıtını bulmak kolaydı. Bazı filmlerin kurgusu böyle. Fukuşima Nükleer Santrali’nin kurgusu farklı mı sanki. Onun Lecter’i de kapitalizm. Mersin Akkuyu mekânı aynı senaryonun yerli uyarlaması! Eh, filmin orjinalini görüp de hâlâ ‘Katil kim?’ diye soran varsa, bırakın delireyim!