Evet, Yazarlık Onurumu Frankfurt'tan Sakınıyorum NİHAT BEHRAM

Neden, bir konu tartışılırken, kaleme sarılan kişi, ilk cümleye 'en doğruyu kendisinin söylediği, karşısındakinin ise yanlışın batağında olduğu' duygusuyla başlar? Anlaşılır değildir. Hele ki, görmüş geçirmiş, yaşam yıllanmışı ve deneylisi bir kişiyse hiç anlaşılır değildir. Genç kardeşlerimizin 'kafa göz yaran, yürek kıran' bu türden tartışmalarının, hiç olmazsa 'geçliklerine bağlı bir mazeretleri' var. Tartışmaya, böyle başlamak, daha baştan düzeyi dibe çekmek olmuyor mu?

Yazıma neden olan konuya, 'Frankfurt Kitap Fuarı'na katılıp katılmama tartışması'na geliyorum: Fuar davetine muhatap olan bazı yazarlar -ki biri de benim- dile getirdikleri bazı kaygılarıyla 'katılmayacaklarını' açıkladılar. Kuşkusuz ki bu, bir tartışma başlatacaktı, ki başlattı da. Tartışmanın düzeyli olmasından her kesim, en önemlisi de düşün dünyamız kârlı çıkar. Düzeyin düşmesi, sadece bizi birbirimize düşürmekle kalmaz, zararlı da çıkarır.

Kısaca: Fuar nedeniyle bana iletilen davete, kendi adıma 'bazı kaygılarımı' dile getirerek, 'katılmayacağımı' bildirdim. Bunun bilgisini de soL aracılığıyla kamuoyuna duyurdum. Katılmayacaklarını bildiren diğer yazarların tutumları da bu niteliktedir. Yani giderilmesini mümkün görmedikleri, pazarlık olanağından yoksun oldukları belli kaygılarını belirtmişlerdir. Her birisi düşün dünyamızda önemli yerleri olan kişilerdir. Kendi adlarına ve özgür iradeleriyle bu kararı vermişlerdir. Doğru yaklaşım, bu insanlarca dile getirilen 'kaygılar'ın tartışılması olmalıdır.

Yaptığım açıklamadan sonra, beni de şaşırtacak boyutta kutlama mesajları aldım. Aynı günlerde, sayın Müge Gürsoy Sökmen'den de son derece düzeyli, içtenlikle yazılmış bir mektup aldım. Sökmen, 'Size bu mektubu 2008 Frankfurt Kitap Fuarı yürütme komitesinin yazar, yayıncı ve çevirmenleri temsil eden eşbaşkanı sıfatıyla yazıyorum.' diye başlayan mektubunda, hazırlık sürecini, bu sürecin zorluklarını nasıl aşmaya çalıştıklarını ve bir çoğunu aştıklarını anlatıyor. Sonuç olarak ise, katılmama biçiminde verdiğim kararı tekrar gözden geçirmemi, desteğimle yanlarında olup güç vermemi rica ediyordu. Bu düzeyli ve içtenlikli mektuptan son derece duygulandım. Kendisini, kararıma neden olan düşünce ve kaygılarımı açıklayan şu mektupla yanıtladım:

Değerli Müge Gürsoy Sökmen,

Her şeyden önce, nezaketiniz ve bana yazma inceliğinize ve şahsımı onurlandıran sözlerinize teşekkür ediyorum. Esasında ben de 'davet edildiğimi' öğrendiğimde açıkçası biraz şaşırmış, bunu 'kullanılmak istendiğim' gibi bir işkilden çok, 'hazırlık komitesinde iyi niyetli kişilerin varlığı' düşüncesine bağlamıştım. Yanılmamışım. Sizin iyi niyetinizden ve çabalarınızın takdir gerektirdiğinden hiçbir kuşkum yok. İyi niyetli çabalarınıza gerçek anlamıyla saygı duyuyorum. Fakat yine de beni ve düşünerek verdiğim kararı anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Türkiyeme aşık bir insanım. Ona verdiğim değeri hiçbir değerle yarıştırmam. Tüm hayatım bunun göstergesidir zaten. Bu aşk, Karacaoğlan'ı yücelerin yücesinde tutma duygusuyla Toroslar'a, Anadolu'ya perçinlidir. Bir arkadaşınızın telefonla Franfurt davetini bildirdiği gün, 'Sivas Yangını' ile ilgili toplantıda, şiir okumak için sahne arkasında bekliyordum. Kültür Bakanlığı koltuğunda oturan kişinin, onlarca yazar ve sanatçının dağlandığı bu konuda tek kelime konuşmadığı bir gündü. Tam tersine, siyasi iktidarın 'türbana' dek varan gerici ne kadar hesabı varsa, 'vitrinde' onların 'sözcülüğü'nü yapıyordu. Beni arayan arkadaşa, 'o anki duygumla yanıt vermemin mümkün olmayacağını, yazılı bildirmesini' rica ettim. O da öyle yaptı. Düşündüm ve 'direkt yada dolaylı hiçbir biçimde bu Kültür Bakan'ının olduğu yerde olamayacağıma' karar verdim. 'Karacaoğlan' dedim çünkü, Anadolu'mun gerçek kökü ve gerçek dünya temsilcisi odur. Sevdası, sevdalısı onun sesinde perçemleriyle, zülüfleriyle ışıldar. 'Örtünme özgürlüğü' türünden isli bir sesle dolaşan bu Bakan'ın hiçbir biçimde Anadolu'yu, onun kültürünü temsil yetkisi yoktur. Tarihsel nedenler kadar güncel politik nedenlerle de, beni böyle bir karara götüren duygu ve düşüncelerimi anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Bunun, sizin iyi niyetli çabalarınızı da karalama anlamında olmadığını da görmelisiniz. Bu yaşıma dek yazarlığım ve şiir okumak için katıldığım bitün etkinliklerde bu irade esas olmuştur. Dilerim, katılan arkadaşları, çıktıkları sahnelerde 'türban sürprizleri, türbanlı, türbancı yetkililerle tokalaşma emrivakileri' beklemiyordur. Dilerim iyi niyetinize kir, is bulaştırma hesabı içinde olanların hesapları tutmaz. Sevgilerimle.

Konuya düzeyli yanaşmak, bir yazarın taşıdığı kaygıları içtenlikle dile getirmesini ve bunu kamuoyuyla bölüşmesini zenginlik saymayı gerektirmez mi? Kararımı açıkladığımın hemen ertesinde, çok değişik kesimlerden birçok aydın, devrimci, demokrat ve yazar arkadaşımız son derece duyarlı kutlamalarla destek vermiştir.

Kararlarını bu temelde verip açıklamalarını bu düzeyde yapan insanları kuşkusuz ki eleştirenler de olabilir. Ama, eleştiride sığlaşmamak gerekir. Hele ki, her biri yıllar ve yılların mücadele ve deneyimlerinden gelmiş insanlara 'yukardan kuru sıkı akıldanlık' yakışık götüren bir şey değildir.

Yazık ki bunun bir örneğini, sayın Cüneyt Ayral 'Pen Türkiye Merkezi' adlı penceredeki açıklama mektubuyla verdi. Bu mektubunun başlığı benim Yazarlık Onurumu Frankfurt'tan Sakınıyorum sözüm olduğu için, düşüncelerine kısaca değinmem gerekiyor.

Sayın Ayral özetle, 'Kullandığımız e-posta yabancı sermayedir..metro ve otöbüsleri AKP Belediyesi işletir..Yankee Go Home diyerek bir yere varılamadığını hemen hepimiz öğrendik...devlet başka şey hükümet başka şeydir..ben oaraya gidersem hükümetin değil devletin parasıyla gidiyorum..gidenler hükümeti değil Türkiye'yi temsil edecek..bu arenadan uzak durmak kendi ayağımıza kurşun sıkmak değil mi?' diyor.

Sayın Ayral'ın 'çok düşündüğünü' söyleyerek yazdığı açıklamasına aynı sığlıkta yanıt vermek, bu kez bizim kendimizi ilkokul öğretmeni, onu alfabe öğrencisi yerine koymamız olacak. Bildiğim Cüneyt Ayral bunu haketmez. Bize de yakışmaz. Yalnız şu noktaları bir daha gözden geçirip düşünmesini rica ediyorum: Bu düz mantıkla hareket edilince, sigara içen insanların 'savunma vergisi' veriyor olmaları nedeniyle 'anti militarist olamayacakları' noktasına dek gidilir. Türkiye'yi temsil etme konumuz 'her türden oyuncunun birlikte oynadığı' Avrupa Kupası maçları değil. O ülkenin düşünce dünyasını temsil eden yazarlar ve düşün, sanat dünyası. Böyle olunca Sayın Ayral, hükümetler ve hatta en üst düzey devlet yetkilileri tarafından 'vatan haini' olarak ilan edilmiş Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Sebahattin Ali kadar şerefli onurlu ve derinlikte Türkiye'yi kimse temsil etmemiştir. Aziz Nesin'den Ruhi Su'ya kadar isimleri çoğaltabiliriz. Bize bu konuda akıl vermeye kalkıp telimize basmayın! İspanya'dan Kanada'ya dek dünyanın birçok ülkesinde davet edilip katıldığım etkinliklerde ülkemi, dilimi, kültürümü temsil ettiğim dönemde, ben de aynı suçlamayla yurtaşlıktan çıkarılmış bir insandım. Ne zaman nerede kimi ve nasıl temsil etmemiz gerektiği konusundaki bilgi düzeyi ve tavsiye biçiminizi de biz haketmiyoruz. Bakın Füsun Akatlı, bu konudaki açıklamasında, Kültür Bakanı'nın TRT 2'de bir söyleşisini dinledim: Rusya'ya Fazıl Say'ın Nazım Hikmet Oratoryosu'nun götürülmesini, Nazım'ın Moskova ile ilişkileri bakımından anlamlı bulduğunu, ama Almanya'ya Nazım'ın uygun düşmeyeceğini söylüyordu! diyor. Bu sizi ilgilendirmiyor mu? Ve, sorun kendinize şimdi: Fazıl'a Türkiye'yi dünyada temsil konusunda sizin seçkin tavsiyeleriniz ne ifade eder?

Ben şahsen ruhumu emzirdiğim, varlığımın anası coğrafyama karşı sorumluluk duygusuyla kaygılarımı dile getirdiğimi düşünüyorum. Uyarıcı içeriği ve kazananın Türkiye olması dileğiyle. Ve, her fırsatı bu ülkede kararmanın zemini olarak kullananlara karşı da yazarlığım ve onunla taşıdığım onurumdan başka bir silahım yok! Evet, yazarlık onurumu Frankfurt'tan sakınıyorum. Bu sakınma aynı zamanda, onu gerektiren nedenlere karşı dövüşmek anlamındadır.

Nihat Behram / Temmuz 08