Devrimin Şiirsel Belgeseli

'Şiir ve Şuur' başlıklı bir yazı yazmayı tasarladığım gün, Çağrı'dan bir ileti aldım. Filmini seyredip seyretmediğimi, daha doğrusu, seyrettiysem, hakkındaki düşüncemi soruyordu. Filminin soL portalındaki videosunu, ilk yayın gününde seyretmiştim. Yöneticilerinden biri olduğu NHKM'de karşılaştığımız bir gün, çabasını kutladığımda, "Seyrettiğin soL'daki video, filmin çok kısa bir bölümü!" demiş, filmin cd'sini vermişti. Terini bile koşarken soğutmak zorunda olan yarış atları gibi yaşadığımızdan, Çağrı'nın verdiği film, günler geçmesine rağmen, seyredilmek için, öyle boynu bükük beni beklemekteymiş. İletisi geldiğinde, yazıma ara verip, Çağrı'nın, "İnsanoğlunun gençliği ve umutları üstüne bir hikaye" diye tanımladığı "Nâzım'ın Küba Seyahati" adlı belgesel filmini izledim. 'İzledim' sözü eksik kaldı. 'Kopamadım' demeliydim. Filmin ruhuna mıhlanıp kaldım. Üç kez ardı ardına seyrettim. 'Şiir ve Şuur' diye tasarladığım yazım, işte orada, o filmdeydi.

Genç bir insan Çağrı Kınıkoğlu. Koymuş kafasına, bir denizin bu kıyısından girip, yüzerek ufkun ötesindeki öbür kıyısından çıkacak. Çıkmış da. İçine girdiği denizde kulaçları, şuuruyla ve doğup büyüdüğü coğrafyanın şiiriyle kanatlanmış inancının, umudunun sihiriyle silahlanmış bir kere, neden çıkmasın?

Bir süre önce, ona, kendimle ilgili olarak, 'Önümüzdeki günlerde çok heyecanlanacağın bir gelişme olacak!' diye bir not yazmıştım. Söz konusu gelişmenin ertesinde, 'Çok şaşıracağımı söylediğin şeye hiç çaşırmadım, sevindim, coşkulandım!' diye yanıtlamıştı. Bense, onun bu yanıtını, "Heyecanlanacağını söylemiştim, şaşıracağını değil!"diye düzeltmiş, 'kişilik yapımın şaşırtmaya değil heyecana yatkın' olduğunu belirtmiş, üstelik 'benden seni şaşırtacak bir şey bekleme' diye de eklemiştim! Çağrı aynı gün verdiği yanıtta, "Abi, sözünü ettiğin yanlışlığı, iletimi gönderir göndermez farketmiştim. Hemen, 'düzeltme iletisi göndersem mi' diye aklımdan geçirdim. Sonra vazgeçtim. Ve, 'neden aklımda böyle kaldı' diye düşündüm. Kendimce şu yanıtı buldum: şaşırma ve heyecanlanma benim için fazlasıyla iç içe geçmiş, onu fark ettim. Şaşırabilme de insani özelliklerden biri. Teorik, politik öngörüleri böylesine sağlam bir yapının neferi için 'duygusal bir sapma' diye düşünen olabilir belki, ama hayatın karşısında, bende öfke heyacanla, heyecan şaşırmayla, şaşırma umutla harmanlanıp duruyor!" diyordu.

Çağrı'nın bu yanıtı, benim de bu yazıya başlama nedenim oldu. Gerçekten yeni bir durumdu yeni bir insanla karşı karşıyaydım. Körpe bir devrimci yapıyla. Çocuksu duygusu, yani arı, duru, içten, sahi olan bir yapı kişiliğine yön veriyordu. Özürü savunmasının, savunması özürünün içinde böylesi bir çocuksu durulukla gizliydi. İnsani değerler, dalı besleyen özsu gibi kişiliğine can taşıyordu. Yeni bir devrimci tipti bu. Ezberden konuşmayan, hayattan beslenen bir yapı. Ayakları toprağa basan, kökleri olan bir tip. Özgürlüğüne tutkun ama politik displinini yaralamayan alçak gönüllü ama bilincinin gururuyla. Birey olduğunun bilincinde ama bireyci olmayan. Şaşırmayı savunuyordu. En çocuksu duygusuyla. Ve haklıydı.

15 Mart'ta, Kadıköy'de, alanı dolduran kalabalığa, mitingin açılış şiirini okuma öncesinde, elimdeki su şişesini, sahne ardındaki küçük kulübede bir köşeye bırakırken, Çağrı ile göz göze gelmiştik. Önünde ses cihazları, elinde mikrofonu, alandaki binlerce devrimciyi, "Yağma yok, sosyalizm var!" diye seslendiriyordu. Bayrak yarışındaki koşucu duygusuyla, onun sesini alıp çıkmıştım sahneye. İndiğimde, aynı kulubede, kazanmak için birlikte koşmanın duygusuyla bakışmıştık. Kazancımızdaki kişisel olan, toplumsal olanın doğal parçasıydı. Dalın yaprağı, kuzunun melemesi, denizin damlası gibi. Bu yazıya başlarken, yazımın başlığını, "Şiirle Devrimin Belgeseli" diye koymuştum. Yazının burasında "Devrimin Şiirsel Belgeseli" diye değiştiriyorum. Çağrı'yı içleyen, filminin malzemesi kadar, o malzemeyi böyle yoğuran kişiyi de önemseyen bir biçimde. Şimdi bunu açıklıyorum:

Çağrı Kınıkoğlu'nun, seyrettiğimde çok etkilendiğim, "Nâzım'ın Küba Seyahati" belgeselini, birçok açıdan önemsiyorum. İlkin, ruhu var. Bu tür konularda yapılan ürünlerin çoğu ruhsuzdur. Ruhsuzluğunun sırıtması malzemeyi de sığlaştırır. Çoğunda mekanik, propagandist, popülist söylem ağır basar. Devrimcilerin hayatını anlatırken, hayattaki son ve hayatlarının özeti olan sözlerini bile sansürleyecek kadar konuyu 'evcilleştirip düzene uydurmuş' ve magazinleştirmiş örnekler de az değildir. Küba'nın 'Halk Kahramanlarını Koruma Yasası' bu ruhsuzluğu engelleme yasasıdır. Gerek Che'ye, gerekse devrime ilişkin bir çok film başvurusu, Kübalı yetkililerce, bu yasaya dayanılarak geri çevrilmiştir. "Nâzım'ın Küba Seyahati" belgeseli seyredildiğinde görülüyor ki, en seçkin Kübalı şairler, sanatçılar ve kuruluşlar, Çağrı'ya çabasında omuz vermiştir. Film düşüncesini götürdüğü Gloria Rolando, proje karşısındaki duygusunu "Çağrı'nın düşüncesi bana on yıl önce okuduğum Neruda'nın 'Yaşadıklarımı İtiraf Ediyorum'u anımsattı!" diye açıklıyor. Genç bir adam, Anadolu'dan, içi düşleri ve düşünceleriyle dolu olarak kalkıp gidiyor ve dünyanın öbür ucunda omuzdaşını buluyor. Ve birlikte kulaçlamaya başlıyorlar düşleri ve düşüncelerinin denizinde.

Başka kaynaklardan bilsek de, filmin devasa zenginlikteki malzemesi, son derece körpe, son derece ustalıkla kurgulanmış. Nâzım'ın , kendi gibi çağının yanardağı, şair Nicolas Guillen'in davetiyle Prag'tan başlayan Havana yolculuğu ve bu yolculukta yazmaya başlayıp Moskova'da tamamladığı 'Havana Röportajı' adlı dev şiiri, filmin omurgası. Sadece bu kadar olsa! Sadece Nâzım ve kendi sesinden okuduğu şiirleri olsa. Filmin başladığı andan bittiği ana dek, bir saat boyunca dinlediğimiz şiirler, evet filmin omurgası, ama, bu omurganın gövdesi ise hayatın kendisidir. Öyle ki, hayat, tenidir şiirin. Kalbidir. Gözleri, sözü, özüdür. Ruhudur. Huyudur. Kuyusudur. Kınıdır. İnidir. Dilidir. Öfkesinin, sevincinin, hasretinin, umudunun görüntüsüdür. Asla süsü değil, doğal görüntüsüyle sahiden kendisidir.

Anadolu Kurtuluş Savaşı'nın başlama günleri oradadır. O günlerin İstanbul'u. 917 Devrimi'ni başlatan konuşmasıyla Lenin oradadır. Hitler zulmünün hırlandığı günleriyle Avrupa oradadır. Ve Küba...Devrim öncesiyle, devrim süreciyle, devrim sonrasıyla orada. Sadece bu kadar olsa! Neruda da orada, Guillen da Fidel ve Che de...Günümüze, Chavez'e dek, daha başkaları da. İnsana, 'Ben de oradayım! Onlarla!' dedirtecek düş ve umut yüküyle.

Filmin kurgusu, ince ince işlenmiş yürek vuruşlarıyla dolu. Nâzım'ın sesine 'ter' sözcüğü düştüğü yerde öyle bir 'ter' görüntüsünde yankılanıyor ki, teri kendi teninizde hissediyorsunuz. Birçok ünlü Kübalı şair, sanatçı Nâzım'ı anlatıyor. Nâzım'da simgeleşen umudu, etkiyi, inancı, sahiliği. Bütün bu konuşmalar, Nâzım'ın nehir akışıyla okuduğu şiirini asla bulandırıp zedelemiyor. Ne de Nâzım, görüntüleriyle anlatılan hayatı. Belgesel görüntüler, film boyunca, her biri bir yamaçtan akıp gelen dereciklerin nehir yolunda birbirine eklenişleri doğallığında filmin içinde akıp birbirine eklenmekte, daha doğrusu birbirini bütünlemektedir. Seyrettiğimiz, dereler değil, derelerin oluşturduğu nehrin kendisidir. Filmin malzemesi olarak seçilen o çok etkili belgeler, Nâzım'ın şiiriyle damarlarına kavuşturuldukça, kan dolaşımına, nabzına da kavuşmaktadır. Seyreden insanda, mutlaka unutulmaz izler kalacaktır. Che'nin yanıbaşında öldürülen Tanya'dan kalacaktır o günlerin 'masum yüzlü' Obama'sı olan Kennedy'nin, Küba Devrimi'ni yıkma amaçlı Domuzlar Çıkartması'ndan kalacaktır düşmanı püskürten Küba halkının, esir aldıkları 'yankee'leri, 'çocuklara 60 milyon dolarlık gıda' tazminatı ödeme koşuluyla teslim edişlerinden, yani ABD emperyalizminin ödemek zorunda kaldığı, tarihinin bu ilk ve tek savaş tazminatına ilişkin görüntülerden kalacaktır şiir, sanat, hayat, devrim, hasret, umut...üstüne konuşan sanatçıların sözlerinden kalacaktır Nâzım'ın çağındaki o devasa etkisinden, şiirin ve devrimin gücünden, sonsuz ve ölümsüz olandan mutlaka bir şeyler kalacaktır.

Bu belgesel filmle, Çağrı Kınıkoğlu, hem Anadolu'nun bir büyük şairinin ölümsüzlüğü özeline, hem devrimin, devrimci düş ve düşüncenin, umudun sonsuzluğu geneline, Nâzım ve Küba Devrimi odağında bir dipnotu düşmüştür. Ölümsüzlük ve sonsuzluk nedir? İşte, 60 lı yaşlarında, yani 'Havana Röportajı'nı yazdıktan birkaç yıl sonra ölen şair içimizdedir, hemen yanı başımızdadır canlıdır, konuşuyoruz söz alıp söz veriyoruz konuştuğu günde o biz oluyor, konuştuğumuz günde biz o oluyoruz. Öfkesi, coşkusu ve umudundaki sonsuzlukla devrim de böyledir. Ölümsüzlük ve sonsuzluk başka nedir? Ananın yavrusuna duyduğu 'yavru tutkusu' da böyle sonsuz ve ölümsüzdür. Bir anayı öldürseniz de diğerinde sürer gider. Hayat budur.

Çağrı Kınıkoğlu, bu genç adam, alnından öpülesi bir iş başarmıştır. Şair esrikliğiyle, 'dünya fatihi' olarak ortada sürüsüne şairin, yalpalaya yalpalaya 'kendi dünyaları'nda dolaştığı bir ülkede, sessizce, kararlıca, özüne güven ve bilinciyle şiirin harcını yoğurmuş, okyanus aşırı bir çabayla ciddi bir iş başarmıştır. Film dünyasının magazine ve uyku hapı nitelikli dizilere teşne olduğu ülkemizde, film adına nabzı olan, soluğu olan, onuru olan sahi bir iş başarmıştır. Süssüz ama güçlü bir iş. İssiz, pussuz, passız, tertemiz bir iş. Şaşkın değil, aşkın bir iş. Heyecanımızı, sonsuz ve ölümsüz olana duyulan heyecanla yarıştıran bir iş.

Nihat Behram