Değerlerimiz Namusumuzdur

12 Mart faşizminin kanlı karanlık günleriydi. Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı, Ömer Ayna ve Ziya Yılmaz’ın Maltepe Askeri Cezaevi’nden firarları sonrasında, bu cezaevindeki tutsaklar çeşitli zindanlara dağıtılmıştı. Tünel kazıldığı dönemde ben de aynı cezaevindeydim. Sonra Davutpaşa Askeri Ceza ve Tutukevi günlerim başladı.

Asker kışlasından bozma bu cezaevinde bir sabah erkenden yataklarımızdan kaldırılmıştık. Son hızla giyinip toparlanmamız, koğuş ve maltayı paspaslayıp, tuvaletleri temizlememiz komutu verilmişti. Askerler sağa sola koşuşup komutun uygulanmasını hızlandırmaya çalışıyordu. Cezaevi Başgardiyanı ızbandut gibi bir başçavuştu. Acımasız mı acımasızdı. Alay Komutanı Albay’ın o gün cezaevini teftişe geleceğini duyurmuştu. “Canınızın yanmasını istemiyorsanız akıllı davranırsınız!” diye de eklemişti.

Bir süre sonra Albay gelmişti. Yürüyüşü ve bakışlarından gestapo ruhlu biri olduğu hemen anlaşılıyordu. Maltada içtima halinde tek sıra dizilmiştik. Albay, demir kapıdan girip, ilkin kapı eşiğindeki erzak dolaplarımızı kontrol etmişti. Gözü bir köşeye yığılı soğanlara takılmış, yanındaki cezaevi komutanına ‘soğanların asit içerdiğini, bu asiti biriktiren mahkûmun pencere demirlerini kesebileceğini’ söyleyerek, içeri toplu soğan sokulmasını yasaklamıştı! Girdiği ilk koğuşta ise, gözü pencere parmaklıklarındaki kuş yuvalarına takılmıştı. O kuşların oradaki varlığı bizim için çok önemliydi. Umut ışıklarımızdı. Onlar için pencere önlerine su kapları koymuştuk. Karavanamızın kırıntılarını onlarla bölüşüyorduk. Uzaklara uçup, döndükten sonra onlar da bizimle şarkılarını bölüşüyordu. Albay, bu kez yuvaları gösterip, “Ateşe verirler, isyan malzemesi yaparlar!” diyerek parmaklıkların temizlenmesi komutunu vermişti.

Sonra hızla ikinci koğuşa girdi. Bu koğuşta iki arkadaşımız içtimaya kalkamayacak denli kötü durumda oldukları için yataklarında kalmışlardı. Biri, ağır işkenceden yeni gelmişti. Diğer arkadaşımız yüksek ateşle inliyordu. Albay’ın, “Bu iki komünist köpeği de içtimaya kaldırın!” diye bağırdığı an, artık içimizdeki sabır kopmuştu. “Köpeklik komünistlerin değil faşistlerin bir özelliğidir!” diye bağırmıştım. Ortalık bir anda karışmış toplu protestoya dönüşmüştü. Albay, bağıranların alınmasını işaret etmişti. Bizi almak isteyen askerlere arkadaşların direnmesi karşısında, ağzı yüzü köpürerek, beni ve iki arkadaşı gösterip gitmişti. Daha sonra yanında Başçavuş’la koğuşa gelen Cezaevi Komutanı, bana ve iki arkadaşa “Hazırlanıp kapı önüne geleceksiniz!” demişti. İsyanımıza ‘iki hafta hücre’ cezası ‘değer’ biçilmişti. Alelacele yaptığım hazırlık, bir kalemi kırıp ucunu çıkarmak ve ağzıma almaktı. Diğer arkadaşlardan biri Alev’di. Alerji sorunu olduğu için o da alerji haplarını almıştı. Kelepçelenip Harbiye’deki yeraltı hücrelerine götürülmüştük.

Eni iki, boyu üç adımlık hücrelerdi. Tahta bir yatak, nemli, kanlı ve kirli bir asker battaniyesi vardı. Hücrelerde kendi kendine dahi olsa konuşmak yasaktı. İşkenceden gelenlerin sesli inlemesi bile yasaktı. Bu hücrede iki hafta kaldım. Girişteki aramada Alev’in alerji haplarını ve benim gözlüklerimi almışlardı. Ama kalem ucum ağzımdaydı. O uçla, o hücrede kesekâğıdı parçalarına notlar düştüm. Sonra, ‘Hücre Güncesi’ olarak yazdım (Özlemin Dili Olsa say. 43). 1974 te, yayımlanan ikinci şiir kitabım ‘Fırtınayla Borayla Denenmiş Arkadaşlıklar’ o günlerin esinidir. ‘Hücre Güncesi’ bu kitabın önsözüdür.

O günlerde bu duygularla yaşayan ve değerlerini namusu sayan, o namusu korurken gelebilecek belayı hesap etmeyen arkadaşların bir kısmı, ilerleyen zaman içinde sindiler, korktular, kavgadan vazgeçip sustular. Bu anlaşılmaz bir şey değildir. Ta ki, bu vazgeçmişliği, düşman safında saldırganlık boyutuna taşımadıkları sürece. Evet, ilerleyen zaman içinde bir kısmı da bunu yaptı. Karşı safa geçti. Üstelik aktif olarak.

Korkuyu, sinmeyi, vazgeçmeyi anlaşılır bulurum. Tartışmam. Ama döneklik, hele ki karşı safta aktif yer alan döneklik ihanettir. İhanetin tartışılması, affı olmaz anlayış değil silkeleme gerektirir.

Solculuktan vazgeçip tam tersiyle yani solun değerleriyle uğraşmaya başlayan ‘klasik tür’deki dönekler, medya ya da sistemin değişik kurumlarında kaptıkları köşelerde devrimci düşünceye ve değerlerimize pervasızca saldırdılar. Ama hiçbir önemleri kalmadı. Tam tersi ilerleyen zaman içinde kapıkulluğunu yaptıkları sistemce bile alay konusu, ‘şamar oğlanı’ oldular. Döneklik olgusu ‘liberal türünde’ kudurganlaştı. Çünkü, yüreğimizin, beynimizin, varlığımızın en kutsal değerlerini beyinlerinden, yüreklerinden sildiler ama yüzlerinde maske olarak taşımayı sürdürdüler. Üstelik sistemin kadifesiyle sürekli cilalayarak.

Değerlerimizi namusumuz sayma duygusuyla, aynı kelepçenin iki gözünü bileklerimizde paylaştığımız o günkü arkadaş da şimdi karşı safta. Taraf manşetlerinin arkasındaki isimlerden biri oldu. 38 yıl sonra ben o günlere ilişkin anılarımı, işte, dönüp aynı tazeliği ve titreşimiyle soludum. Onunsa buna ne hakkı var ne mecali!

Kimsenin mecali beni ilgilendirmez. Ama ‘hak’ konusu, üstünden kolaycana geçivereceğimiz bir konu değildir. Hele ki, namusumuz saydığımız devrimci değerlerimizin böyle uluorta, haraç mezat yağmalandığı bir dönemde.

Devrimci güçlerin bu alçaklığa karşı illa ki aktif mücadele yöntemleri geliştirmesi gerekir.

Dinciler, inancını, domuzbağından cemaat ağına kadar en zalimane yöntemlerle koruyor. Sisteminse zaten ordusu, polisi, zindanı, ‘karakaplı’sı var. Bizimse nefesimiz. Yani sadece...

‘Sadece’yi en sade, en açık, en anlaşılır ve etkili eylemlerle somutlamak da görevimizdir.

Ne, kendi reklâmları için ‘pilot müze’ yaptıkları cezaevinin açılışında ‘Deniz ile yakın arkadaşlığı’ndan söz eden Bakan’ın sözü ağzında bırakılmalıdır, ne değerlerimizi öyle lup diye yutuvereceklerini sananların lokmaları boğazlarında. Biz, ‘Saidi Nursi yaşasaydı dinden vazgeçerdi’ diyor muyuz ki, Bakan, ‘Deniz eğer yaşasaydı’ manüpülasyonuyla, bu değerimizi kendi yüzüne maske olarak yontmaya yelteniyor!

Ölenlerimizin mirası öldükleri andaki tavır ve öfkeleridir. Bu miras emanetimizdir. Değerimizdir. Korumak namus borcumuzdur. Ona yönelik saldırı ve manipülasyonlar anında hak ettikleri yanıtı almalıdır. Bu değer ve mirasın sahibi tabiki öncelikle halktır. Ama halk da her zaman bıçağın kemiğe dayandığını hissedecek kadar hisli olmuyor (sa), görev devrimci başa düşer (ki) o da halk demektir.

Devrimci tavır, yaşanan anı tazeliği içinde apaçık soluyan tavırdır. Gizlenmez. Öfkesini de apaçık koyar sevincini de. Hep taze kalmasının yolu budur.Yanıtı zamana bırakmak, kadercilik ve paslanmaya teslim olmaktır. Devrimci mücadele, değerlerimize yönelik düşmanlık ve saldırılara gerekli yanıtı, gerektiği an ve yerde vere vere bilenip çelikleşir.