30. ölüm yılında Yılmaz’ı anarken

“Ne öfkesindeki kıvılcım sönücüdür, ne gülüşündeki hüzün; ölümsüzlük de budur!”

 

9 Eylül 1984’ün üstünden 30 yıl geçti! Evet 30 yıl oldu! “Öleli” demeye insanın dili varmıyor. Çünkü hep bizimle, yanıbaşımızda, hayatımızda gibi. “Gibi”si bile fazla. Tam da öyle. Bazı insanlar böyledir: “Öldü” denir ama ölmezler! Yılmaz mayasındaki insanlar “öldü” sözüyle tanımlanamaz! Halkın öz evladı, yüreği zulme karşı isyan kıvılcımıyla dolu Yılmaz’ın, zincir altındayken bile sımsıcak, dokunaklı bir gülümseyişten süzülen bakışı ki, sadece ona özgüdür! İmralı’da tutsak olduğu günlerdeki bir ziyaretimizde, 1979 yazında, Ahmet Boga’nın çektiği fotoğraflardan biri olan bu görüntüsünü ilk kez yayımlıyorum. Ne öfkesindeki kıvılcım sönücüdür, ne gülüşündeki hüzün; ölümsüzlük de budur!


 

Acaba Demirtaş ‘Diktatöre ayakta alkışı’ içine sindirdi mi? Yoksa, ‘siyasi kararın gereği’ diye ‘bir tesellisi’ mi var? Sorunu diktatörle çözeceklerini düşündükleri (daha doğrusu sandıkları) için, başka çare yok! ‘Hele şu köprüyü geçelim’ hesabı, hayat gerçeğine daha çok toslar. Çünkü ne akılsal anlamı var, ne taktiksel, ne vicdani. Zalime alkış, hele ki ‘nezaket icabı’ gibi ‘mazeretlere’ sarılırsa “Bir nezaket uğruna ya rab” olur! ‘Çözüm süreci’nin ‘nezaket’e indirgenmesi, dil sürçmesi olsa iyi, bilinç sürçmesidir! Yani, tökezleme, toslama kaçınılmazdır! Devrimci siyaset cambazlık değil ki, ezilenlerin ‘kutsamasıyla’ Şamil Tayyarların ‘kutlaması’ arasında denge kurulsun! ‘Müsamere mekânı’ndaysanız ve oyun kanlı bir diktatörü anlatıyorsa ve de başrol oyuncusu, “Kuzuların Sesssizliği”ndeki Anthony Hopkins becerisinde oynuyorsa, ayakta alkış anlamlıdır! Eğer aynı anlamı ‘mücadele mekânı’nda aramaya kalkarsanız: diktatör huzurunda ayağa kalkmak eğilmek anlamı taşır; alkışın anlamıysa: söylemeye dilim varmıyor, o denli ağır! Hem “ezilenlerin sesi” olduğunu söyle hem de ezeni ayakta alkışla! Buna mazeret arayan, ‘haber değeri’ görmeyip es geçen, geçiştiren herkes alkışın ortağıdır! Ortada, üstüne gidilmedikçe kemikleşen  yanlış bir anlayış var, ‘alkış’ bu anlayışın dışa vuran görüntülerinden sadece biridir. Demirtaş’ın, “Ben yüzde 52’yi alkışladım” açıklaması ise, kusura bakmasın yanlışın üstüne ‘tüy dikme’dir! “RTE’ye oy verenler de halk” türü hamasi “halkçılık edebiyatı” yapacağına bir sözcükle Berkin’in anasından özür dilese, açıklaması daha halksal, daha insani bir anlam taşırdı! Meclis’teki ‘alkışlı yemin töreni’ sonrasında Köşk’teki kutlamada ‘ezilenleri temsil ettiklerini’ söyleyen vekillerin hanedanla sarmaşık (daha doğrusu sırnaşık) muhabbeti, ayakta alkıştan çok mu farklı? Hani, belki de ‘ayakta alkışın’ uyumlu, doğal sonucudur! Tıpkı, “Gezi’de darbe duyumu almak” ya da “Ergenekon” ve “paralel devlet” gibi konulardaki tavırlarla uyumu gibi! “Ezilenlerin sesi  ve solculuk” adına yapılanlarda endaze iyice kaçtı! Bunlarda, hilefeti savunan “demokrat” etiketli vekil de var, tarih boyu solcuların hayatını zulüm kuyusuna, devrimci mücadeleyi kan gölüne çeviren ve bugün de diktatörün sağ kolu olan ‘istihbarat teşkilatı’na övgüler düzen “popüler solcu” etiketli vekil de! Bütün bunlar mazlum uluslar ve halk adına son derece acı ve kaygı vericidir. Yazık!