Utançla yaşamak mı, onlara benzemek mi?

(Ülkenin üzerine çöken karanlığın yuttuğu son iki canın, Özgecan ve Nuh’un anısına saygıyla…)

İki insan öldü, bu ülkenin aydınlık birikiminin ve geleceğinin nişanesi iki insan. Biri psikolog olmak için eğitim gören gencecik bir kadın; diğeri boyun eğmeyen, katile katil, hırsıza hırsız demeyi bilen bir gazeteci. Bu ölümlerle her kafadan bir sesin çıktığı ülkede iki söz baskın hale geldi. Biri dedi ki: “idam!” Öteki ekledi: “önce içindeki erkeği idam!”

Eğer bu ülke karanlıktan çıkacaksa bizim sesimiz ikisine de baskın çıkmalı.

Önce, bir önerme: Kadın cinayetleri politiktir. Herhalde buna pek itiraz eden olmayacaktır. O halde mantıken bu alçaklığa karşı mücadele de siyasi olmalı. Siyaset salt akılla yapılmaz, duygular da önemli bir rol oynar. Örneğin yaşananlara karşı duyduğumuz öfke önemli bir siyasi enerji kaynağıdır. Ne var ki, her duygu enerji vermez. Örneğin konumuzla yakından ilgili olan utanç dışa dönük, enerji veren değil kişiyi kendi içine gömüp pasifleştiren bir duygudur. Bu yüzden liberalizmin en sinsi varyantlarından feminizm “önce içinizdeki erkeği öldürün” derken, ahlaki görünse de aslında çok zararlı bir şey söylemiş oluyor: “Özgecan’ın kanını yerde bırakın ve mea culpa nidalarıyla kendinizi kırbaçlamaya başlayın!”

İnsanlıktan nasibini almış biri kendisini böylesi bir vahşetin suç ortağı zannettiği anda kanı damarlarında donar, kıpırdayamaz hale gelir. Biz “acaba suçlu muyuz?” diye paralize olmuş düşünürken de meydan Özgecan’ı, Nuh’u, daha nicemizi katledenlere kalır. Çünkü onlar yaptıklarından zerre utanmıyor, kendilerini iğrenç biçimde haklı görüyorlar. Çünkü bizimle yalnızca biyolojik olarak aynılar ve kelimenin tam anlamıyla “insan” değiller. Çünkü ne vicdanları, ne ahlakları var; yalnızca güce biat ediyorlar ve mutlak gücün ellerinde olduğunu zannettikleri için çok kolay insan öldürmeye başladılar. Bu vahşete bakıp kendimizi sorgulamak sadece faydasız değil basbayağı zararlı; çünkü uygarlığımızı ve insanlığımızı hiçbir ortak yönümüz olmayan bu vahşilerden korumalıyız.

Hepimiz aynı karanlığın içinde yaşıyoruz, birazının üstümüze bulaşmaması mümkün değil. Her erkeğin en azından çocukken, annesi karşısında cinsiyetinin toplumsal gücünden faydalanmışlığı vardır. Ama bu kimseyi Özgecan’ın katilinin suç ortağı yapmaz. Sinsi liberalizm böyledir; toplumu yapıbozumuna uğratmak için kapkara suçları faillerinden çok öte toplumsallıklara yayar. Öldürülen her kadının suçlusu tüm erkekler, her Ermeni’nin suçlusu tüm Türkler… böyle gider. Oysa bir insanın cinsiyeti, etnik kökeni ve dini seçtiği ve utanması gereken şeyler değildir; İslamcı, Türk ırkçısı veya katil olmak ise bir tercihtir. Müslüman olmak bu ülkede bir tercih değildir, ama kendi annenin diz kapağından tahrik olmak tercihtir; sapığın teki olmayı tercih etmektir. Suça ortaklık bu tercih yapıldığı anda başlar, çünkü bu mini eteğin tecavüze davetiye olduğu düşüncesi bu tercihle birlikte gelir.

Özgecan’ın katilinin en aşağılık suç ortakları onun güzel gözlerine bakınca gözleri dolan aydınlık erkekler değil, yüreğinde en ufak bir sızı hissetmeden İslamcı iktidarı savunmaya geçen türbanlı kadın kalemşorlardır.

Ve hatırlamanın zamanıdır. Feminist liberaller “türban özgürlüğü” için bu kadın düşmanı kadınlarla kol kola girip İslamcı gericiliğin koçbaşı oldular. Modern ve aydınlık insanları faşistlikle suçlayıp kendilerinden şüphe ettirdiler. Tehlikenin İslamcı karanlık değil her kötülüğün anası da babası da olan modernizm olduğunu söylediler. Hatırlayalım:

Burka azınlığın gücü, modernitenin aydınlık dünyasından kopuş. Gölgeyi, karanlığı hatırlatıyor bana.  Ne güzel! Her şey aydınlık mı olacak kardeşim. Tam mahrem. Biz “modern mahrem” diyorduk. Bu, modernliğe karşı tam karanlık. Ben de zaten tam aydınlıktan yana değilim!

Ülkenin en çaplı liberal feministlerinden Prof. Dr. Nilüfer Göle’ydi bunları söyleyen. Ne o, ne de onun gibi yüzlercesi nedamet getirmediler, düşüncelerini değiştirdiklerine dair tek kelime etmediler. Şimdi yine laik takılmaya başladılar ve utanmadan içimizdeki erkeği öldürmemiz gerektiğinden bahsediyorlar. Onlar AKP karanlığı çökerken “ışıkları kısalım ortam loş olsun” diyecek kadar alçaldı, biz 2013 Haziran’ında kızlı erkekli gaz bombasına kafa attık ve kadınların “cinsiyetçi slogan atmayın” uyarısına da uymayı bildik. Şimdi ise bize kendi kurtuluşumuzu kendi ellerimizle öremeyeceğimizi; onlar AKP’nin kırıp döktüklerini liberalizmle onarırken öfkemizi kenara koyup içimizdeki erkekten utanmakla meşgul olmamız gerektiğini söylüyorlar. Buna izin verdiğimiz anda Özgecan’ın ve nicelerimizin kanı yerde kalır.

Peki, o zaman tecavüzcülere idam istemekte ne sakınca var?

Çünkü uygarlık ilkellikle savunulmaz. Linç ilkelliğin daniskasıdır ve idam linçin yolu yordamı bellenmiş halidir. Canımıza kast edenler bizi öldürerek bitiremez ama kendilerine benzettikleri anda kazanırlar. Özgecan’ın ölümünü bahane edip idam isteyenlerin başında bu ülkenin en alçaklarının, AKP kurmayları ve Sedat Peker gibi faşist canilerin geliyor olması bile şüphe duymak için yeterli sebep olmalı. İslamcılar ve faşistler adalet nedir bilmezler, zaten idamı da adalet değil rövanş için, kendisine yapılandan daha fazlasını düşmana yapmak için, kısas için isterler.

Her özgürlük bir esarettir. Türban özgürlüğü kadının esareti, İslamcı gericiliğin özgürlüğü aklın ve uygarlığın esaretidir. Bu ülke, ancak bu kanser gibi düşüncelerden temizlendiğinde bizim yaşamak istediğimiz ve bizi hak eden bir ülkeye dönüşecek. Bunu ancak kendi ellerimizle, öfkemizin ateşinde dövüp çağdaş aklımızla bilediğimiz siyasetin neşteriyle yapabiliriz. Biz bu ülkenin cellâtları değil, doktorları olmalıyız ve bunu yapmak için idam denen ilkelliğe ihtiyacımız yok. Uygarlığın kendisini insanlıktan nasibini almamayı tercih etmiş vahşilerden korumak ve arındırmak için çok daha insani yöntemleri var. Ölmeyi hak etmedikleri için değil, biz öldürmenin ağırlığını taşımayı hak etmediğimiz için.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal