‘Paylaş’tıkça büyüyen atalet

Dünyada durmaksızın çok korkunç, çok acı şeyler oluyor.

Doğru dürüst ve gördüklerimizi mantık süzgecinden geçirerek haber takip etmekten bilinçli ya da yarı bilinçli kaçınmaya başladığımız için bu korkunç acılar gündemimize sosyal medya paylaşımları kanalıyla giriyor. Bir fotoğraf görüyoruz; altında iki satır açıklama ve “hemen paylaş!” emri. Yüz yüze o şekilde emir kipiyle hitap edilsek masayı deviririz ama ekranın “gayri-kişiselliği” karşısında nutkumuz tutuluyor. Karşımızdaki acı cayır cayır vicdanımızı dağlıyor ve her arzumuzun derhal tatmin olmasını talep etme alışkanlığımızla elimiz “Paylaş”a gidiyor. Emri yerine getiriyor, vicdanımızı teskin ediyor ve korkunç acının fotoğrafını, on kişiye iletirsek bir dileğimizin gerçekleşeceğini vaat edip iletmezsek de sevdiklerimizin başına büyük belalar geleceği tehdidini savuran anonim e-posta zincirleri misali yaygınlaştırıyoruz. Sonra da farenin tekerleğini çevirip bir sonraki düğün ya da tatil fotoğrafı paylaşımına gidiyoruz.

Saçma, değil mi?

Peki, nasıl bu hale geldik?

Çünkü liberalizmin iki yalanına direnemedik. İlki sorunların “farkındalıkla” çözüleceği, ya da en azından hafifleyeceği iddiası; ikincisi ise çok ilkeli, insancıl bir tavrın maskesi altında el çabukluğuyla katilleri, azmettiricileri, halkları sömürüp katliama sürükleyen emperyalist dünya düzenini (s)aklayan “her acıdan çeken hariç hepimiz sorumluyuz” suçlamasıydı. Oysa gerçek şu: (1)Leonard Cohen’in dediği gibi* herkes dünyanın ne kadar berbat bir yer olduğunun zaten farkında ve (2)bu dünyanın berbatlığının suçunu sahibi belirsiz bir “düzen”e atıp sorumluluktan sıyrılmak, sonra da carpe diem diye etrafta gezmek ne kadar alçakçaysa; faili olmadığımız suçları üstlenip mea culpa nidalarıyla kendimizi vicdanımızla döverek paralize etmek de o kadar ahmakça.

Küçük burjuva bireyciliğin filozofu Nietzsche’nin hakkını vermek lazım: Malını iyi bilen bir adamdı ve çok isabetli biçimde, yoksula verilen sadakanın, varsıllıktan hissedilen utancın sonucu olduğunu saptamıştı. Korkunç acının fotoğrafıyla karşılaştığımızda aynı prensip işliyor. Nasıl maddi sorunlarımız sokakta dilenen biçare bir insanınkilerle karşılaştırılamazsa; kişisel dertlerimiz da savaşlarda kentleri yıkılmış, yerlerinden yurtlarından olmuş insanların felaketleriyle karşılaştırılamaz. Dolayısıyla bu sefalet ve felaketleri durdurma konusundaki bireysel güçsüzlüğümüz ile kendi göreli “rahat”lığımız arasında, vicdanımızın yanmasına sebep olacak bir atalet hissine kapılırız. Elimiz nasıl dilencinin bedensel engeline bakmamaya çalışırken bozuk paralara gidiyorsa, aynı refleksif biçimde paylaş butonuna gider.

Ama dilencilere verilen sadaka yoksulluğu bir nebze dahi azaltmıyor ve vicdan serinleten paylaşımlar sadece bu berbat toplumsal düzen karşısındaki ataletimizi sürdürülebilir kılıp büyütüyor.

Üstelik başkalarının acılarıyla bu şekilde ilişkilenme son derece çürütücü çünkü sadaka alanı da, vereni de alçaltır. Her sadakada el açtığı için alanın kişiliği ezilir; verenin ise bu ezilme pahasına rahatlayan vicdanı küçülür. Hele ki sadaka karşısında bir de minnet duyulması bekleniyorsa, işin sonu güçlü bir gaddarın “takla at da sevindiğini göreyim” demesi ve zayıf bir sefilin o taklayı atmasına varır. “Sadakat” ile “sadaka” kelimelerini aynı etimolojik kökene bağlayan bir kültürün diline, itikadına, genlerine kadar kazınmış şarki ilkellik böylelikle tamamına erer.

Yaşadığımız karanlık çağda bu çürümeden olabildiğince uzaklaşmak insan kalmanın önkoşuludur. Bu yüzden kimseyi, dolaylı yoldan dahi olsa, kamu malı haline gelmiş bir fotoğrafını paylaşarak dahi olsa nesneleştirmemeli; örselenmiş vicdanımıza yara bandı yapmamalıyız.

Artık bir gerçekle yüzleşmemiz gerekiyor: Vicdanlı olmadan insan olunmaz ancak insanlığı bu karanlıktan vicdanlı olmak kurtaramaz; çünkü vicdanın varlığı ya da yokluğu bireysel bir mesele, yaşanan acılar ise tamamen toplumsal düzenin sonucu. Dünyadaki bunca acı sürdürülebilir olmasın, gerçekten bitsin istiyorsak, özel mülkiyete ve bireysel çıkara dayalı bu toplumsal düzeni yıkmak zorundayız. Çocuk ölüleri kıyılara vurmasın, ekmek almaya giden dedeler vurulmasın, vicdanımız parçalanmasın istiyorsak; onu teskin etmeye çalışmayı bırakmalı, bireysel ataleti paylaşıp yaygınlaştırmak yerine kırıp örgütlü eyleme geçmeliyiz.

Bunu yaptığımız anda sosyal medyada paylaşmaya gerçekten değecek şeylere de bir kez daha kavuşacağız. Sonuçta “Ah yavrum kıyamam sana, bu dünyada senin küçücük bedenine bir yer açamadık, özür dileriz” şeklinde Temelkuran-vari yazıklanmalar paylaşılmasa da olur. “Kazancı’nın başına TOMA diktiler, çevik İstiklal’e giriyor, Tarlabaşı’na yükleniyoruz” ise paylaşılmaya değerdir.

Zor mu?

Muhtaç olduğumuz kudret Dilek Özçelik’in milyonlara ilham veren vakur öfkesinde mevcuttur.  

Not: Geçtiğimiz hafta yazıyı yazarken Cumhuriyet’in 9 Eylül tarihli “Uzun Bıçaklar Gecesi” manşetinin, baktığım internet sitesindeki manşet farklı olduğu için son anda değiştirilip düzeltildiğini zannetmiş ve yanılmışım. Aksine, benim gördüğüm manşeti değiştirip o manşeti atmışlar. Bambaşka bir bağlamdaki bu tarihsel olayı işlerine geldiği gibi kendilerine yonttukları ve okuru cahil yerine koydukları için kendilerini tebrik diyorum.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal
______________________________________________

* O zaman bu hafta bu çalsın siz okurken: