Kentin sahibi kim?

Modern kentin bağrında çok şiddetli, uzlaşmaz bir çelişki var: Kent kolektif olmak zorunda, ama onu yaratan özel mülkiyet düzeni dışlayıcı.

Geçen hafta modern kenti şekillendiren temel olgunun milyonlarca insanın bir arada yaşayabilmesinin önkoşulu olan kamusal fayda ilkesi olduğunu vurgulamıştık. Bu doğru olmakla beraber sermaye düzeninin (her zaman olduğu gibi) bu ilkeyi çelen başka değişmez ilkeleri de var. “Kentlilik sorumsuz bir bireyselleşme değildir” dedik; ancak içinde yaşadığımız özel mülkiyet rejiminde bireyin aklını, hislerini ve davranışlarını koşullayan temel ideoloji mülk fetişizmi, bunun en şiddetli hali de konut fetişizmi. Hepimiz, güzel bir manzaraya karşı oturduğumuzda içimizden “buraya bakan bir evim olsa da şöyle balkonunda yayıla yayıla seyretsem” diye geçiririz. Öyle bir evimiz olsa, o manzaraya günde beş dakika ya ayırır ya ayırmayız; ama onu evimize gelen misafirlere gerine gerine göstermenin dayanılmaz bir çekiciliği vardır.

Doğduğumuz günden başlayarak gözlerimizden, kulaklarımızdan içeri doldurulan bu zehir bugün kenti talan eden zorbalar karşısında elimizi kolumuzu bağlıyor, bizi silahsız bırakıyor. Çünkü kent talanının çok basit bir prensibi var: Kamusal alanın özel mülkleştirilmesi. Ve özel mülkiyet bizim için de kutsal olduğu müddetçe, mücadele mevcut kamusal alanı savunmaktan ibaret kalıyor. Sadece savunmayı ama hiç saldırmamayı prensip edinenler er ya da geç yenilir. Biz kamusal alanı genişletmeyi, yani bir prensip olarak kamulaştırmayı zorlamadığımız müddetçe, bugün savunduğumuz tüm kamusal alanları bir vadede kaybedeceğiz.

Dahası, kimse yakın ya da uzak gelecekte ülkenin başında olan gericiler devrilince başa kamusal alana saygılı, avrupai birilerinin geçip kentleri şenlendireceği hayaline kapılmasın. Londra’da Hyde Park’a veya Paris’de Jardin de Luxembourg’a müteahhitlerin dadanmıyor olması o ülkelerin uygarlık düzeyinin değil sermaye gelişkinliğinin sonucu. Başka ülkeleri talan edebilen emperyalist patronlar kendi ülkelerini talan etmeye gerek duymaz. Başka ülkeleri talan etme özgürlüğü olmayan bizimki gibi patronlar ise kendi ülkelerini talan etmek zorundadır çünkü öteki türlü sermaye biriktirmeye devam edemez ve krize girerler. Bu bakımdan krizi ertelemek için hep daha fazla rant yaratmak ve o ranta el koymak zorunda olan Türkiye sermayesi, yüzünde endişe dolu bir ifadeyle ağaç yiyip konut sıçan o muhteşem duvar resmine benziyor. Dolayısıyla benzersiz bir pervasızlıkla sürdürülen kentsel talan da islamcıların kentlilikten nasiplenmemiş olmalarından kaynaklanmıyor; sadece bu ilkellikleri onları patronlar sınıfı açısından çok kullanışlı hayvanlar yapıyor.

Kenti talan ederek zenginleşme alışkanlığının kökleri ise çok daha eskiye dayanıyor. Tek bir örnek yeterli olacaktır: İstanbul’un kalbinde, Gezi Parkı ile Harbiye Askeri Müzesi arasında kalan devasa alan 1938’de parsellenip özel mülke dönüştürülmüş Surp Agop Ermeni Mezarlığı’dır. Haziran Direnişi günlerinde kapılarını suratımıza kapatmadığı için çok sempatik bulduğumuz Mustafa Koç’un Divan Oteli, dedesi Vehbi Koç tarafından bu talan edilmiş arazinin bir kısmına yaptırılmış; 1956’da açılan otelin ilk konukları ise Uluslararası Banka ve Para Fonu Kongresi’nde bir araya gelen IMF ve Dünya Bankası yetkilileri olmuştur.

Yağmacılık ve emperyalizm uşaklığı Türkiye’nin patronlar sınıfının soyağacına kazılıdır. Kenti kurtarmanın tek yolu gölgesinde ot bitmeyen bu ağacı kesmektir.

Hepimize ait olan kamusal alan ile sadece bazı zenginlere ait olan özel mülkiyet birbirini karşılıklı olarak dışlar. Kentin herhangi bir parçası bu ikisinden yalnızca biri olabilir ve dolayısıyla bu yazının başlığını oluşturan sorunun yanıtı da buradan çıkar. Eğer kentin güzellikleri ağırlıklı biçimde kamusal ise o kent içinde yaşayan herkese aittir, ama parklar bitmiş de çevresindeki korular dahi özelleştirilmeye başlamışsa o kent yalnızca para babalarına aittir.

Kent ancak kamusal yararın silindirleri “bu cici, bu kaka” diye ayırmadan tüm patronların özel mülkünü düzlediğinde gerçekten özgür olur.

Bu yüzden, Gezi Parkı “#direngezi” diyerek, bir kez daha dev bir ayaklanma yaşanacağı hayaliyle korunamaz. Onu koruyabilmek için onu korumaya çalışmakla yetinmemeli, Divan Oteli’nden başlayarak Maçka Parkı’na kadar kamusal olmayan ne varsa yıkıp, iki parkı birleştirip, İstanbul’a ihtiyacı olan boyutta gerçek bir kent parkı yapmayı hedeflemeli, hayal etmeliyiz.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal