Homo sapiens urbanis’in soykütüğü

Azalarak bitiyor olsa da “biz gençliğimizde Beyoğlu’na kravatsız çıkmazdık” hala ara sıra duyduğumuz bir saçmalık ve uygarlaşma meselesinin ülkenin en eğitimli insanları tarafından dahi ne denli biçimsel anlaşıldığını gösteriyor. Cumhuriyet batılılaşması “muasır medeniyetin” kentli insanına baktığında takdir ve taklit edilmesi gereken bir takım davranış kalıpları (o dönemin tabiriyle adab-ı muaşeret) gördü; ancak bunları uygarlaşmanın sonucu değil gereği zannetti. Bu dahi bir başlangıç olabilirdi; ancak söz konusu kalıplar içselleştirilmelerine olanak sağlayacak bir toplumsal zeminle buluşamadığı ölçüde eklektik kaldı. Bir süre sonra da Demokrat Partili zübükzadelerin kafasındaki fötr şapka kadar sakil hale geldi.

Oysa batıdaki kurallı ve uygar kentli yaşantı sanayileşmenin sonucuydu. Sanayi devrimiyle birlikte tarihte ilk kez üretimin ağırlığı kırdan kente kaymış ve beraberinde gelen şiddetli rekabet koşullarında fabrikatörler ücretleri düşük tutabilmek için yüz binlerce emekçiyi şehirlere doluşturmuştu. Bu insan yığınlarının gündelik yaşantısının köydeki gibi keyfi ve kuralsız olması mümkün değildi zira ortaya çıkacak pislik, ahlaksızlık ve keşmekeş zengin fakir herkes için kenti yaşanmaz hale getirirdi. Böylelikle sadece maddi değil, aynı zamanda etik bir kavram olan kamu yararı ilk kez yerleşiklik kazandı ve modern birey yalnızca hakları değil, kalabalıklar halinde iç içe yaşamanın getirdiği sorumluluklarıyla birlikte kentlileşti.

Bu bakımdan kentliliğin hâkim karakteri kesinlikle sorumsuz bir bireyselleşme değildir. Aksine, herkes kendi kapısının önünü temizlerse ana caddeyi, yani kamusal alanı bok götürür. Kentlilik hiç kimseye değil herkese ait olan o kamusal alana değer vermek ve sahip çıkmaktır.

Türkiye’de kentleşme ile sanayileşme arasındaki bağ Avrupa’daki kadar sıkı ve organik olmadı. Aksine, egemenler kentleri planlarken öcü gibi korktukları işçileri hep kent merkezinin dışında tutmaya gayret etti; hatta bunun için köyden göçenlerin kentin çeperlerinde kendiliğinden gettolara dönüşecek gecekondu mahalleleri kurmasına göz yumdular. Üstelik aynı ya da komşu köylerden gelenlerin aynı mahallelere yerleşmesi köye has dayanışma ağlarını şehre taşıyor; bu da işçilerin daha düşük ücretle çalıştırılabilmesini sağlıyordu. Böylelikle kentli kültür uzun yıllar boyunca burjuvazi ve eğitimli orta sınıfın elitist biçimde tekelinde tutup işçi sınıfını hor görmekte kullandığı; işçi sınıfının da yalnızca maddi imkânsızlıklar nedeniyle değil, aynı zamanda feodal-kimlikçi bir tepkisellikle reddettiği, içi boş bir şıklık ve nezaket nizamnamesi olarak kaldı.

Dikkatli bakarsak, bu kofluğun toplumsal yaşantının her kesimine sinmiş olduğunu görürüz. Tek bir örnek yeterli olacaktır: Bu ülkede zengin ya da yoksul, eğitimli ya da eğitimsiz hemen herkes dedikoducudur. Birbirimizin özeline burnumuzu sokmaya, sonra da gördüklerimiz hakkında geviş getire getire sohbet etmeye bayılırız. Öyle ki, Deliler piyesindeki “Apartman Yöneticisi” skeci memleketin özeti gibidir. Oysa kentli yaşantının mahremiyeti imkânsız kılan kalabalığında, insanların özeli hakkında bildiklerimizi kendimize saklamak kişisel ilişkilerimizin çürümemesi, birbirimizin yüzüne bakabilmeye devam edebilmemizin önkoşuludur.

Diğer yandan, bu durumun bizim kuşağımızla birlikte önemli ölçüde değiştiğini söylemek gerekiyor. Bir yanda ikinci, üçüncü kuşak kent doğumlu insanların sayısındaki artış; diğer yanda eğitimli emekçilerin kendilerini, gelirlerinde 2001 krizinden bu yana yaşanan aşınma sonucunda orta sınıf mensubu olarak görmelerinin neredeyse olanaksız hale gelmesi sonucunda işçi sınıfı eskiye göre çok daha kentlileşti.

Burada “kentlileşme”den kastın salt kentte oturmak değil, kente kolektif olarak sahip çıkabilecek bir ideolojik ve kültürel gelişkinliğe kavuşmak olduğu herhalde açıktır.

Bu nitelik önemsiz mi? Önemli mi önemsiz mi olduğu, en büyük kaybın herkes yalnızca kendini kurtarmaya çalıştığında yaşanacağı bir kriz anında belli olur. 11 Haziran 2013 akşamı polisin Gezi Parkı'na saldırısı tam olarak böyle bir andı. Gün içerisinde, meydan görece boşken pekâlâ yapılabilecek saldırı akşam olup kitle alana birikene kadar bekletilmişti. Amaç 1 Mayıs 1977'deki gibi bir izdiham yaratmak, kurşunlarla yapılması AKP’nin siyasi intiharı olacak bir katliamı insanları birbirine ezdirerek gerçekleştirip ayaklanmayı kanla bastırmaktı. Parkın merdivenlerini doldurmuş insanlara gaz ve ses bombaları yağmaya başlamış ve yaşanan barbarlık barikat yapılmış bir belediye otobüsünün çatısına tırmanan bir genç kadının çığlıklarında tarihe kazınmıştı.

Daha az dikkat çekici ancak çok daha önemli olan ise tek bir insanın dahi ezilmemesiydi.

Benzer bir polis saldırısının bir AKP mitingine gerçekleştiğini düşünün. Sonra da gözünüzün önüne Mescid-i Haram'da yaşanan, ölü sayısı günlerdir kesinleşmeyen izdihamı getirin. Aradaki fark budur, kentlilik bilinci budur.

Örgütlü bir siyasi güce dönüşmesi için daha çok emek vermemiz gerekiyor olsa da, umudumuz bu bilinçtedir.

Haftaya devam edeceğiz…

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal