Herkese afyon, bizimkisi ayfon

Orhan Kemal büyük eseri Bereketli Topraklar Üzerinde’de öldüresiye çalıştırdığı ırgatlara el altından esrar satıp verdiği yevmiyenin bir kısmını geri alan ırgatbaşından bahseder.

Bu sadece roman akışının bir parçası değil, aynı zamanda bir metafor. İçinde yaşadığımız düzen bizi yoğun, stresli ve sağlıksız çalışma koşullarına maruz bırakırken bir yandan da bize bunların yarattığı mutsuzluğa çare olduğunu iddia ettiği türlü çeşitli uyuşturucular satıyor. Bu satılık mutlulukların tümü bağımlılık yapıyor ve tek bir işe yarıyor: Düzeni bizim için katlanılabilir, dolayısıyla sürdürülebilir kılıyorlar.

Din, bunların içinde en ucuza ve en yaygın satılanı ama patronlara düşünsel becerilerimizi sunmak için eğitilmiş olan bizler açısından çok da ikna edici değil. Sultanbeyli’de doğup büyümüş, hayatında bir kez bile boğaz kıyısında oturup bir bardak çay içmemiş yoksul genci allahla kandırıp üç kuruşa çalıştırabilirler ama bize daha egzotik, karmaşık uyuşturucular sunmak zorundalar. Bunlar aynı zamanda pahalı, gelirimizle ancak alınabilir olmalı ki, bir “erişme” hissi, “özel olma” hissi versin.

Bizim uyuşturucularımız almak için yüzlerce insanın sıraya girdiği, fiyatı 2300 liradan başlayan ayfon benzeri şeylerdir, aşağısı kurtarmaz.

Marx bu durumu meta fetişizmi* kavramıyla açıklıyor. Modern insan piyasadaki malları, ortaya çıkmalarını sağlayan üretim ilişkilerinin farkında olmadan, kerameti kendinden menkul nesneler olarak görüyor ve bu nesnelere değer atfediyor. İlkel mağara adamı nasıl yontulara, fetişlere kutsallık atfediyorsa, modern insan da mallara kutsallık atfediyor. Bu sayede prangamız olsun diye, düşünce emekçileri her yerde ulaşılabilir ve çalıştırılabilir olsun diye icat edilmiş olan akıllı telefon bizim için peşinden koşulacak, uğrunda aylarca taksit ödemek göze alınabilecek bir arzu nesnesine dönüşüyor.

Peki, nasıl yuttuk bu numarayı?

Bize yüksekçe bir ücret verdiler, ama el çabukluğuyla pahalı şeyler satın almaya mecbur ettiler, bunu da esasen bizi zamana sıkıştırarak yaptılar. Yemekhanelerimiz kapandı ve elimize bir ticket koçanı tutuşturuldu, bu arada plazanın etrafında yemek fiyatları iki katına çıktı. Öğle tatillerimiz bir buçuk saatten bire, sonra 45 dakikaya indi. Zaten tüm gün bilgisayar başında oturduğumuzdan, her öğlen dürüme abanıp obez olmamak için hem daha sağlıklı hem de hızlı yenebilecek şeyler bulmak zorunda kaldık bir bardak suda fırtına kopmasına sebep olan suşi ve başka niceleri ile böyle tanıştık.

Yalnız kabul edelim yoğun iş günlerinde patron “yemeğe çıkmayalım, Yemeksepeti’nden bir pizza söyle de birlikte yiyelim” dediğinde, bilgisayar başında pizza kutusu fotoğrafını “ajansta pizza keyfi” diye Facebook’tan paylaşmak kendi enayiliğimizdi.

Bu enayiliği yaptık, çünkü çocukluğumuzdan bu yana hayatımızın her anının değerli ve özel olması gibi imkânsız bir şeyi arzulamaya koşullandırıldık. Önünde sonunda ücret karşılığı saatlerimizi satıyor olduğumuzu anlar gibi olduysak da, kabullenmedik. Zamanla, hayatımız işimiz ve o iş sayesinde tükettiğimiz nesnelere daraldı ve kendi değerimizi bu parasal değer üzerinden tanımlar hale geldik.

Spor salonları, Starbucks, Ikea ve benzerlerine müşteri olmamızın yaşam ve iş koşullarımızdan kaynaklı nesnel sebepleri var. Ama zaten sorun tek tek bu markaları tüketmemiz değil bunların toplamının bir hayat ettiğini zannetmemiz. Bizim afyonumuz işte bu fetişleştirdiğimiz nesnelerle süslediğimiz hayatımız. Sıradan insanın afyonu metro kazasında oğlunun kalçasına saplanan demiri “takdir-i ilahi” görmesine bizimkisi hayatımızı dolu ve anlamlı gösteren nesneleri, dolayısıyla o nesneleri edinmemizi mümkün kılan işimizi vazgeçilmez görmemize sebep oluyor.

İdeolojik içerik farklı ama sonuç aynı: Çeşit çeşit afyon düzeni katlanılabilir, dolayısıyla sürdürülebilir kılıyor.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal

*Kapital – 1. Cilt, Yedinci Baskı, Sol Yayınları, s.81.