Hepimiz ‘Creep’iz

Creep, Radiohead’in, bizim kuşağın hayatının soundtrack’ine katkısıdır ve doksanlarda genç olup kentli popüler kültürle ilişkilenmiş herkes en az bir kere dinlemiştir.

Sen güzel bir dünyada, bir tüy gibi süzülüyorsun
Keşke özel olsaydım
Ama ben sürüngenin tekiyim, bir ucubeyim
Ne halt etmeye buradayım ki?
Buraya ait değilim.

Şarkı, şahit olduğu ilk büyük siyasi olay Berlin Duvarı’nın yıkılması olan kuşağın içinde çok yaygın bir derdi anlatıyordu ve öyle tutulmuştu ki, grup diğer tüm eserlerini önemsizleştirdiği için konserlerde çalmayı bırakmıştı. Gelişmenin yalnızca rekabetle olacağını savunan burjuva uygarlığı Sovyetler Birliği’ni yendiğinde tek gerçek “rakibini” ortadan kaldırmış ve öteden beri tehlikeli bulduğu ilerleme fikrini çöpe atıp hızla çürümeye başlamıştı. Artık nitelikli düşünceye eskisi gibi ihtiyaç yoktu; aksine, arzu edilen kitlesel, küresel bir aptallaşmaydı. Akıl dışlanıyor, marjinalleşiyordu.

Ne var ki, bir önceki kuşağa mensup ebeveynler çocuklarını ısrarla eğitimli yetiştirmeye çalışıyordu. Popüler kültürde aslında çok zeki olan ama sarsaklık ve sosyal beceriksizliğiyle sürekli gülünç duruma düşen “geek” tiplemesi böyle ortaya çıktı. Hızla niteliksizleşen düzende yalnızlaşan nitelikli birey toplumsallaştıramadığı zekâsını saplantılı biçimde bireysel hobilere ya da bilgisayar oyunları, FRP vb. uğraşlara yoğunlaştıran yeni bir Tutunamayan’a dönüştü. Aşağı yukarı “sürüngen” demek olan “creep” Amerikan gençlik kültüründe bu içine kapanık, uyumsuz, sinik bireyi aşağılamak için kullanılan tipik hakaretti.

Bana kızanlar olacak ama yazmam gerekiyor: Creep’i besteleyen Radiohead, nakaratı “kimse beni sevmiyor” olan en ünlü şarkısı Sour Times ile Ekşisözlük’e adını veren Portishead, “Melankoli ve Sonsuz Mutsuzluk” diye albüm yapan Smashing Pumpkins ve benzeri grupların müziği salt bu toplumsal çelişkinin yansıması değil, bir yandan da yeni kuşak Tutunamayanların kendine acıma ezgileriydi. Aylar önce, “Ben Çok İyi Nefret Ederim” başlıklı yazıda bu ruh halini incelemiştik, dolayısıyla tekrar girmeyelim. Zaten artık ne olduğumuzu tartışmayı bırakıp ne yapmamız gerektiğini tartışmaya başlamamız gerekiyor. Hızlıca…

Durum şu: Düzen akılsız, baskıcı ve bizi ezdiği ölçüde akılsızlığa da, otoriteye de tahammülümüz kalmıyor. Ama düzen aynı zamanda sermayesiyle, şirketleriyle, devletiyle, ideolojisiyle ve bunlara biat eden aptallaştırılmış insan kitleleriyle, tüm iç çelişkilerine rağmen örgütlü bir bütün ve biz bunun karşısında nitelikli, isyankâr ama hedeflerimizi ortaklaştıramayan milyonlarca yalnız bireyiz.

Gezi’de bu yüzden yenildik. Ve diktatör bu zayıflığın sürdüğünü bildiği için aynı yerden saldırmaya hazırlanıyor.

Artık kendimizi kandırmayalım, ortada doğal bir toplumsal gerilim değil basbayağı adı konmamış bir iç savaş var. Bu ülkede şeriatçı gericilikle laik, modern ilericilik artık barışamaz. Birinden biri yenilecek ve boyun eğmeye zorlanacak. Eğer ezilip yaşamlarımızın kontrolünü tamamen yitirmek istemiyorsak, ideolojisi gereği bize özgürlük tanımayacak olan düşmana sadece direnmemiz değil, onu ezmemiz ve diz çöktürmemiz gerekiyor.

İyi de bunu yalnız başına yapamayız ki… Hayat bilgisayar oyunu değil, save edip edip deneyemeyiz, konsola girip God Mode açamayız. Gerçek bir toplumsal mücadeleyi, gerçek bireyler olarak, örgütlü bir düşmana karşı yürütmek zorundayız ve Sokrates’in o çok doğru ama sevimsiz lafı en önemli sorunumuzu anlatıyor: Bir yığın inşaat malzemesi ne kadar bir ev ise, düzensiz bir kalabalık da o kadar ordudur.

Ordu olmasak da olur, ama yalnız kaldıkça dinci şiddetten pısıyor, karşı-şiddet üretemiyoruz. Eğer gericilikle savaşabilmek istiyorsak, bireysel isyanlarımızı ortak bir doğrultuda örgütlememiz, bunun için kişilerin değil ama o doğrultunun birleştirici otoritesini kabul etmemiz gerekiyor. Ne var ki, düzen tarafından on yıllardır üstümüze püskürtülüp aklımıza yapışan liberal saplantılar bizi bundan alıkoyuyor. Çünkü bugün Türkiye’de dinci diktatörlük karşısında ilerici bütün insanları birleştirebilecek tek doğrultu var; o da ne naif bir özgürlükçülük, ne nostaljik bir cumhuriyetçilik, ne de herhangi bir etnik, dinsel vb. kimlik. Dinci diktatörlük karşısında birleşebileceğimiz tek doğrultu, liberallerin yıllardır altını oyduğu, daha dün Nuray Mert hanımın “baskıcı” bulmaya devam ettiği laiklik ve onun ideolojik temeli olan aydınlanmacılık.

Dinci gericilik diğer hepsine sahte zeytin dalları uzatıp gardımızı düşürebilir, ama laiklik ve aydınlanmacılıkla yalandan dahi uzlaşması mümkün değil. Doğru cephe bu yüzden burasıdır.

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal

Konuyla alakası sınırlı not: İnsanların müzik zevkine karışmak ne haddim, ne de niyetim; ancak Firuzağa’daki barbarlığa dair atılan “Radiohead değil de Motörhead etkinliği olsa dağılmıştı o itlerin suratı” tvitinde haklılık payı var. “Hepimiz Kızıl Ordu Korosu dinleyelim” demiyorum, ama şu günlerde melankoliyi, yalnızlığı, pasifliği değil coşkuyu, öfkeyi, biraradalığı, eylemi anlatan, çağıran sanat eserleriyle ilişkilenmenin ihtiyacımız olan ruh haline kavuşmamıza katkısı olacağını düşünüyorum.