Eğlendirin bizi!

Bazı şarkılar bir kuşağın haline öyle tercüman olur ki, o yılların “soundtrack”ine girer.

Yıl 1991’di. “Kısa 20. yüzyıl” Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle kapanmış, insanlık hoparlörlerden tekrarlanan “ey insanlar, mutluluk üretmekte değil tüketmektedir, tüketiniz!” telkinleriyle milenyuma hazırlanılıyorken; hep genç kalacak Kurt Cobain yaşıtlarının derdini haykırıyordu: “İşte geldik, eğlendirin bizi!”*

Emperyalizmin kültür endüstrisi işaret fişeğini hemen gördü: Artık dört ayaklı Afgan aygırına binip Sovyet helikopterine kafa atan iki ayaklı İtalyan aygırı Rambo kazmalığıyla yetinilemezdi. Hem egemen hem muhalif olunmalı; sadece sağ değil sol ideolojiler de popülerize edilmeli ve fiyat etiketi takılıp satışa sunulmalıydı. Bunun ne kadar verimli olabileceğini, liberal özgürlükçü Pink Floyd’un kurucusu fırsatçı Roger Waters, peşine takılan diğer leş yiyicilerle birlikte Berlin Duvarı’nın yıkıntılarında verdiği tarihi konserle göstermişti.

Atlantik’ten Pasifik’e bacasız fabrika derhal seri üretime geçti. Arada Cobain “sahneye çıkarken kart basacakmış gibi hissediyorum” diye yazıp bir tüfeğin namlusunu çenesine dayadı ama ondan boşalan yeri almaya hazır, çok daha az samimi binlerce “isyankâr” sırada bekliyordu. Marilyn Manson, Dövüş Kulübü, Matrix, V for Vendetta… Antikapitalizm, sisteme karşı biriken her türlü toplumsal enerjiyi topraklayan, üstüne de çuvalla para kazandıran benzersiz bir paratonere dönüştü.

Bir kısmımızın kuruluşunu izlediği bu yeni kültürel egemenliğin tek olmasa da en önemli ilkesi şu: Kimse boş bırakılmamalı; can sıkıntısı nahoş fikirler doğurur.

Yaratıcılığın (ve bir ölçüde aynı anlama gelmek üzere devrimciliğin) iki hammaddesi vardır: Beceri ve zaman. Nitelikli işçilere patronlar da ihtiyaç duyduğu için becerileri toptan yok edemezlerdi. Dolayısıyla, iş ve uykudan arta kalan “boş” zamanımızın her saniyesine el koymalıydılar. Önce çalışma saatleri uzatıldı, ardından azaldıkça daha kıymetli hale gelen kişisel zamanın, her saniyesinin doldurulması gereken bir hazine olduğu fikri tüm beyinlere kazındı. Yorgun olabilirdik, ama hayata bir kere geliyorduk ve madem bunun çoğunda çalışmak zorundaydık, Carpe Diem! Günden geriye kalan kırıntılarda kazandığımız parayı, hatta daha fazlasını harcamalı; her boş kaldığımızda da meme isteyen bebek gibi bağırmalıydık: “Eğlendirin bizi!”

Bu zokayı yuttuk. El çabukluğuyla, asıl sorulması gereken “niye bu kadar uzun ve yoğun çalışıyoruz?”un yerine “kalan zamanda ne yapacağız?” konuverdi. Böylelikle tüketim kültürünün (şimdilik) en yüksek aşaması olan kültür tüketiciliğine varıldı.

Bunun en güncel örneği diziler. Senaryoları, konuları çeşit çeşit ama temelde hepsi birbirine benziyor. Egomuzun kaynağı olan aklımızı gıdıklayıp eğlendirecek senaryo sihirbazlıkları dışında gayet sığlar; çünkü zaten çalışmaktan yorulmuş aklımızı meşgul etmeli, eğlendirmeli ama daha fazla yormamalılar. Henüz bıçak kullanmayı beceremiyorken annemizin ağzımıza uygun lokmalara böldüğü biftek gibi yutulmaya hazır boyuttalar; öyle ki bilgisayar başında ama kaytarırken dahi ağzımıza bir tane atabiliyoruz. Bazıları egemen, bazıları muhalif, ama hemen hiçbir zaman bir sonuca bağlanmıyorlar; zira reklam gelirleri iyiyse bir sezon daha devam edecekler. Ve öylesine bağımlılık yapıyorlar ki, bu kültüre genel bir eleştiri getirildiğinde dahi duvarına astığı postere babası laf etmiş ergen gibi “sen ne anlarsın, izledin mi de konuşuyorsun?” diye çemkiriyor ya da en azından “biliyorum zararlı ama içime çekmiyorum” diyen sigara tiryakisi gibi kendi izlediğimiz dizilerin farklı olduğunu iddia ediyoruz.

Böyle böyle, işi patronların bekçiliği ve katilliğini yapmak olan polisten bile muhalif dizi kahramanı yarattılar, memleketin neredeyse bütün solcuları da bayıla bayıla izledi. 

Bu kültür, fast food bedenimize ne yapıyorsa aynısını aklımıza yapıyor. Tükettiğimiz, sığlığı tam dozunda ayarlanmış fikirler aklımızı, hayal gücümüzü köreltiyor. Lokmaları yemekten tabağın bütününü göremez, boyu geçmeyen havuzlarda yüze yüze denize açılamaz hale geliyoruz. Sonra azıcık sanatsal derinliği olan bir filmi uykumuz gelmeden bitiremiyor, bir senfoniyi arada cep telefonuna bakmadan sonuna kadar dinleyemiyoruz. Savaş ve Barış hakkında bilgimiz ise olayın Rusya’da geçtiğinden ibaret.

Ve solcu bir yayınevi Komünist Manifesto’nun çizgi romanını basınca seviniyoruz, çünkü “yeni nesil okumuyor.”

Eğer bu karanlıktan kurtulup yeni bir hayatı herkes için kurma derdimiz varsa, düzenle aramızdaki bu kültürel bağımlılık zincirlerini kırmamız gerekiyor. Çünkü aptallık bulaşıcı ve kendisini daha rahat hissettiği karanlığı seviyor.

Yerimiz dar, mevzu önemli. Devam edeceğiz…


Not: Perşembe (24 Aralık) saat 20.00’de Maltepe Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde yeni insanı nasıl kuracağımızı tartışıyor olacağız. Bekleriz…

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal

* Dilerseniz buyurun, birlikte dinleyelim: https://www.youtube.com/watch?v=hTWKbfoikeg