Aklımıza ve yalanlara dair…

Çok yalan söylediler bize, ama herhalde en çirkini “birbirinizin üstüne basa basa yükseleceksiniz”di.

1995’in bu günlerinde, İTÜ İşletme Mühendisliği’ni o yıl kazanmış öğrenciler olarak Maçka yerleşkesi giriş kattaki sınıflardan birine doluşmuş bize okuyacağımız bölümü tanıtan hocamızı dinliyorduk. Uzun uzadıya ne kadar gözde bir bölüm kazandığımızı, iş dünyasının nasıl bizim mezuniyetimizi dört gözle bekliyor olduğunu anlatan hocanın kim olduğunu hatırlamıyorum (iyi ki de hatırlamıyorum çünkü ismini vermek zorunda kalırdım), ama söylediklerini hiç unutmadım: “Siz, Türkiye’de sadece İTÜ’de bulunan İşletme Mühendisliği’ni kazanmış şanslı gençlersiniz. Şanslısınız, çünkü sadece birbirinizin rakibisiniz.”

Utanç verici bilhassa “Bir Bilim Adamının Romanı”nı yazan Oğuz Atay’ı yetiştirmiş üniversitede bir kürsüde bunların dile getirilmiş olması.

Ama utanç verici olduğu kadar ikna ediciydi de. Öyle ki, bazı arkadaşlarımız hemen havaya girip daha ilk yıldan derslerde tuttukları notları kimseyle paylaşmama kararı aldılar. Tesadüfe bakın ki, İTÜ aynı yıl öğrencileri çan eğrisiyle yani objektif, bilimsel ölçütlere göre değil, birbirlerine göre ne kadar başarılı olduklarına bakarak değerlendirmeye başlamıştı.

Bu, iş hayatına yönelik üniversite eğitimi almış herkesin hikâyesi aslında. Hepimiz bu yalanları bir biçimde duyduk. Bize özel olduğumuz, yetenekli olduğumuz, başkalarından daha iyisine layık olduğumuz söylendi ve başarımızın ölçütü hep aynıydı: Yanı başımızdakinden, sınıf arkadaşımızdan, sınıfdaşımızdan daha fazlasını yapmak. Evet, iyi bir üniversitenin gözde bir bölümünden diploma almış olabilirdik ama yetmezdi. Bunun için durmaksızın koşturmaya devam ettik: Dil kursları, MBA programları, şirket tarafından verilen “sertifikalandırılmış” hafta sonu eğitimleri, kişisel gelişim kitapları…

Hayatımızın bize ait olan ve uyumaya ayırmak zorunda olmadığımız saatlerinin hepsini, hayatımızın adına “mesai” denen, patronumuza satacağımız saatlerini daha nitelikli kılmak için harcadık. Bütün bu çılgınlığın adı kariyerdi ve kendimizi buna vakfettikçe, CV’mizden ibaret bir şeye dönüştük. “Kariyer basamakları”nı tırmandıkça, Aragon’un o güzel şiirinde “hiçbir yere ulaşmayan merdiven”e benzettiği yalnız insanın elli ayaklı, vücuda gelmiş hali olduk. (1)
Bununla da kalmadı, kalamazdı zira sakallı bilgenin dediği gibi: “İnsanoğlunun bugüne kadarki koşullarının ahlaksızlığının doruğu rekabettir.” (2) Hal böyle olunca her türlü ofis komplosu, dedikodu, ispiyonculuk vb. alçaklıklar biz yapmasak da hayatımızın olağan, yadırgamadığımız bir parçasına dönüştü. Kariyer basamaklarını hepimizden hızlı tırmanan bazı arkadaşlarımız kendi merdivenlerinin sonundan atlayıp boğaza ya da betona çakıldığında üzüldük kuşkusuz, ama çoğumuz da normal karşıladık.

Hayatımızın sadece mesai saatlerini değil tamamını tepe tepe kullansın da kâr etsin diye patronlarımıza böyle teslim ettik. Kariyer yalanlarına kanarak ama bir yerden sonra kendi aklımızla, ellerimizle, bile isteye...

Bu cendereden kurtulmak, hayatımızı geri almak zorundayız. İlk yapmamız gereken de birbirimizle rekabet etmeyi bırakmak.


(1) Bu vesileyle: https://www.youtube.com/watch?v=SOOlCaUZB7E
(2) Alıntı Friedrich Engels’in “Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi” makalesinden Türkçesi Sol Yayınları tarafından basılan 1844 Elyazmaları’nın 2. baskısında 369. sayfada yer alıyor.