Mütevazı olmayan kahraman

Spor dünyasında kendisinin en iyi ya da en büyük olduğunu iddia eden, hatta bunu açıkça dillendirmese de hal ve davranışlarıyla bu imada bulunan sporculara pek de hoş gözle bakılmaz. Cristiano Ronaldo'nun durumuna bakalım. Portekiz anakarasına uzak olduğu kadar, toplumsal yapının da alt basamaklarından gelen bir çocuk olarak Ronaldo, özellikle fiziksel dayanıklılığı ve uzun yıllara yayılan istikrarlı performansıyla sıradışı bir sporcu. Nadiren sakatlanıyor ve bir sezon içerisinde yaklaşık 60 maça çıkıp 50 gol atması normal sayılıyor. Ayrıca, saha içerisinde de rakiplerine karşı hasmane bir tutum takındığından söz edilemez. Mütevazı bir insan olduğu söylenemez ancak kendisinin en iyi olduğunu da - ki kimin "en iyi" olduğu gibi anlamsız bir tartışma yapılacaksa da önde gelen adaylardan birisidir - en azından açıkça iddia etmez. Ne var ki Ronaldo, kendini beğenmiş birisi olarak kabul edilir ve Messi, hatta kendini beğenmişlikte pek kimselere pabuç bırakmayacak Zlatan Ibrahimovic kadar bile sevilmez. Diğer branşlarda da böyledir. Sporcunun mütevazı olması her zaman takdir edilen bir tutumken, gösteriş meraklıları hoş karşılanmazlar.

Hal böyleyken, en iyi, en büyük olduğunu motto olarak benimseyen ve bunu açıkça ifade eden Muhammed Ali'nin, çeşitli kurumlar tarafından Yüzyılın sporcusu seçilmesi ve belki de en sevilen sporcu olması biraz şaşırtıcı geliyor. Bu ilgi spordaki başarıları kadar, ırk ayrımcılığına karşı verdiği mücadeleden ve bu mücadeleyi, parlak kariyerini riske atacak biçimde Vietnam savaşı için askere alınmasına karşı çıkarak, 1960'lı yılların anti-emperyalist gündemiyle - bilerek ya da bilmeyerek - birleştirmesinden kaynaklanıyor. İlki, Kuzey Amerikalı siyahlar ve ilericiler arasında, ikincisi ise sömürgeciliğe ve bağımlılığa karşı mücadele eden tüm halklar için onu ahlaki açıdan yüksek bir mertebeye yerleştirmişti. Tabi bunu yapan "Muhammed Ali" idi. Kendisine bu ismi seçmeden önce, kafa kağıdında yazan Cassius Clay ise, profesyonel boks dünyasında boksörlerden beklenen kibirliliği ve gösterişçiliği tam olarak karşılıyordu (ismini değiştirdikten sonra da bu tavırlarını değiştirdiği pek söylenemez). Ayrıca fiziksel olarak, diğer ağır siklet boksörlerden daha uzun ve atletik olması ve bunu taktiksel olanla, yani alışılagelmiş ağır siklet boksörlerin durağan oyunlarının aksine, hareketli tarzıyla birleştirmesi büyük bir yenilikti. Çokça söylendiği gibi, üst düzey bir sporcu ve bir gösteri dünyası yıldızı olarak, basına iyi "malzeme" veriyordu.

Ali'nin aktif sporculuk yaşamının sona ermesinin üzerinden neredeyse 40 yıl geçti ve dünya nüfusunun çoğunluğu, ringdeki atletik başarılarını değil, parkinson hastalığından muzdarip ve sürekli olarak sağlık sorunlarıyla uğraşan ünlü bir simayı izledi. Onunla birçok kez röportaj yapmış olan bir talk-show sunucusu Michael Parkinson'un, bu spor ikonunu yaratan sporun aynı zamanda bir birey olarak Muhammed Ali'yi tükettiğini söylemesi, çığır açan bir tespit değil, gerçekliğin yalın bir ifadesi olabilir. Ali'nin rakiplerinden Sonny Liston'un, Las Vegas çeteleriyle içli dışlı olan bir eroin bağımlısı olarak aşırı dozdan ölmesi, bir diğeri Joe Frazier'ın bir antrenman sırasında tek gözünde görme yetisini yitirmesi, profesyonel boksun hem ring içinde hem de dışında tehlikeli bir spor olduğunu gösteriyor. Bu açıdan günümüz spor kahramanlarının, Michael Phelps, Serena Williams, Usain Bolt ya da Leo Messi olmalarının daha "sağlıklı" olduğunu düşünüyor ancak, boksu açıkça sevmeyen ve televizyonda denk geldiğinde kanalı değiştiren birisi olarak, biraz önyargılı davrandığımı da kabul ediyorum.

Muhammed Ali'nin ABD hükümetleriyle ilişkisine dönelim. Vietnam savaşına çağrılmasına karşı düşüncelerini, eğer savaşacaksam burada beyazlara karşı savaşırım, Vietkonglar, Çinliler ya da Japonlarla bir alıp veremediğim yok, diyerek açıklamış ve vicdani red ilan etmişti. Bu yaklaşımıyla, dönemin sivil haklar ve afro hareketlerinin en çok üzerinde durdukları konulardan birisi olan, Vietnam'da ölen siyahi askerlerin oranının beyazlardan fazla olmasına da gönderme yapıyordu. Bu duruşu, pasaportuna birkaç yıllığına el konulmasına ve profesyonel kariyerine ara vermesine neden olurken, Yüksek Mahkeme'nin 1971 yılında aldığı kararla, haklarını geri kazanmıştı. Ali, pasaportunu geri kazanmasını izleyen yıllarda ve profesyonel kariyerinin sona ermesinden sonra daha fazla olmak üzere, zaman zaman belirli somut amaçları da olan dış gezilere çıkıyordu. Bunlar arasında Sovyetler Birliği, Küba ve Körfez Savaşı günlerinde bir grup ABD'li rehineyi almak amacıyla, Saddam Hüseyin ile görüşmek üzere yapılan Irak gezisi de bulunuyordu. Sonuncusu pek kabul görmese de, ABD hükümetlerinin Ali'nin bu gezilerini çoğunlukla bir kültür elçisi olarak değerlendirmeye çalıştığı, wikileaks belgelerinden anlaşılıyor. Ölümünden sonra da, tipik bir Kuzey Amerika sağcısı, Başkan Adayı Donald Trump dahil olmak üzere herkes, Ali'yi onurlandıran mesajlar veriyorlar. Buna karşın, Ali'nin karşı çıktığı Afro-Amerikalı askerlerin ölüm oranlarının yüksekliğinin benzeri bir ırksal dengesizlik, ülkedeki hapishanelerin nüfus istatistiklerinde ve silah kullanmadığı halde güvenlik güçleri tarafından öldürülenlerin dağılımında halen görülüyor. Muhammed Ali gibi bazı NBA oyuncuları ya da Beyonce gibi müzisyenler de, mesleki statülerini ve popülerliklerini bu adaletsizliğe dikkat çekmek için kullanmaya çalışıyorlar; hatta Beyonce'nin "Black Lives Matter" kampanyasına maddi destek sunduğu da biliniyor. Yine de bu çabaların, dönemin emperyalist savaşlarına karşı da bir çıkış olan Ali'nin duruşuna kıyasla, fazlasıyla temkinli hamleler olduklarını söylemek mümkün.

Muhammed Ali, icracısına yaşamsal zararlar veren ve çevresel koşullarıyla kriminalize olmaya bir hayli yatkın olan bir sporun kahramanıydı. Sevdiklerinizin olmasını pek de istemeyeceğiniz türden bir kahramanlık.