Leicester City'nin çıkışı

Avrupa futbolunun üst basamakları uzun yıllardır belirli takımlar tarafından işgal ediliyor. Bu takımların birlikteliliği, sermaye sahiplerinin, üst düzey yöneticilerin, popüler sanatçıların vd. seçkinlerin  üye olabileceği bir tür zenginler kulübünü andırıyor. Modernitenin erdemleri arasında başta gelen sınıflar arası geçiş öykülerine pek yüz vermeyen, üyeliği katı kurallara ve referanslara bağlayan bir kulüp.

Bizim buralarda Gordon Milne'in ve Gary Lineker'in eski evi olmasıyla bilinen ve hemen her Birleşik Krallık takımı gibi geçmişi 19. Yüzyıla uzansa da, Lig ya da Federasyon Kupası şampiyonluğu bulunmayan, bir başka deyişle hiçbir zaman bu kulübün üyesi olmamş bir takım olan Leicester City, Premier Lig'in bitimine 7 hafta kala nispeten rahat bir liderlikle yarışı önde götürüyor. Sezon başından bu yana da takımın başarısının sırları, birçok yazının konusu oldu.

Gerçekten de ilgi çekici, "Tilkiler"in kadrosuna bakıldığında pahalı bir yıldız ismi göze çarpmıyor. En şöhretli futbolcu, şöhretini biraz da babasına borçlu olan Kaleci Kasper Schmeichel. Teknik Direktör açısından da benzer bir durum sözkonusu. Claduio Ranieri sezon başında göreve geldiğinde, Lineker dahil bu seçim kimseyi heyecanlandırmamıştı. Mavi formalıların pek heyecan verici bir futbol oynadıkları da söylenmiyor zaten. Top rakipteyken savunma disiplinine sahip çıkıp, kontraataklarla gol aramak, tarihin hiçbir döneminde değerli bir buluş sayılmadı. Öte yandan, böyle bir futbol ile birkaç maç, hatta Yunanistan'ın 2004 Avrupa Şampiyonluğu örneğinde olduğu gibi kısa bir turnuvayı kazanabilirsiniz, ama bütün bir futbol yılına yayılan lig şampiyonluğunu bir cümleyle özetlenebilecek basit bir taktikle kazanmak pek mümkün değil. Leicester'ın oyuna yaklaşımını da bu cümleyle sınırlamak haksızlık olur, bunun yerine mümkün olduğunca verimli oynamaya çalışıyorlar, diyebiliriz. Bu sezon kendi sahalarında Chelsea'yı yendikleri maçta, kanat oyuncusu Mahrez ve forvet Vardy'nin telepatik anlaşması sayesinde buldukları gol emsal olarak izlenebilir.

Takımda skora en çok katkı sağlayan bu iki oyuncudan devam ederek kadroya biraz yakından bakalım. İki yaz önce seri oyunuyla dikkat çeken Cezayir kadrosunda da yer alan Mahrez'in kulüp kariyeri, Leicester'a gelene kadar yedek takımlar seviyesinde kalmış. Hemen her türlü golü atabilen 29 yaşındaki Vardy de geç parlamış bir oyuncu. Dört sene önce Leicester'a, bölgesel liglerden - 5. küme- transfer olmuş. Göz önünde olmadığı için fiyatı uygun olan oyuncu satın almak çok zor değil, ancak sonrasında kilit oyuncu seviyesine yükselebilecek kapasitedeki oyuncuları bulmak gerçekten önemli bir meziyet. Bununla birlikte altyapıdan, as takımdaki rotasyona dahil olan oyuncular çıkarabildiklerini de görüyoruz. Bunlardan ikisi, milli takım seviyesine yükselen Schlupp ve King. Takımın başarısındaki faktörler arasında, güncel antrenman ve maç hazırlığı tekniklerinden etkin biçimde yararlanılması da sayılıyor. Örneğin futbolcular tablet bilgisayarlarından, bir maçta topla her buluşmalarının 10 saniye öncesi ve sonrasındaki görüntüleri takip edip, pozisyon almaları ve topu kullanma tercihlerinde yaptıkları doğruları ve yanlışları görebiliyorlarmış. Etkili bir oyuncu izleme sistemi, A takıma oyuncu verebilecek bir altyapı ve modern tekniklerin kullanımı. Bir dördüncü faktör olarak, Ranieri'nin işbaşına geldiğinde "ben ekibimle gelirim" dayatmasında bulunmaması ve bu işleyen sisteme mütevazı bir biçimde eklenmesi sayılıyor. Ranieri ayrıca, zaten yorucu olan İngiltere futbol takviminin - 38 lig maçı, Federasyon Kupası ve İngiltere'ye özel Lig Kupası maçları - üzerine, oyuncularının omuzlarına fazladan antrenman yüklememeyi tercih ettiğini söylüyor. İtalyan Hoca, biri hafta arası olmak üzere, 2 dinlenme günü veriyormuş takımına.

İşin bir de "ideolojik" yanına bakalım. Küreselleşme anlatısına halen ilk günkü heyecanla sahip çıkan ender medya organlarından Financial Times'da yer alan bir analiz, Leicester'ın bu başarısının, günümüz zenginlerine karşı küçük bir kentin romantik başarı öyküsü olmadığını, Tilkilerin kendilerini küreselleşmeye adapte ettiklerini ve diğer takımların da bu gelişimi örnek alması gerektiğini savunuyor. Bu tespitlerin bir kısmına katılmak mümkün, gerçekten de Leicester'in hikayesi yerel genç yeteneklerin, idealist bir hocanın öncülüğünde bir araya gelip, zengin kulüplere karşı mücadele etmesi olarak nitelenemez. Bugün Premier Lig'de yer alan birçok takımda olduğu üzere yabancı sermayenin ağırlıkta olduğu - Taylandlı bir başkanları var - ve Manchester City ya da Londra'nın zengin takımları kadar olmasa da, gerektiğinde 7 haneli bonservis bedelleri ödeyip takıma yeni oyuncular alabilen bir kulüp. Premier Lig'de yer alan diğer kulüplerin de kaynaklarını astronomik transfer bedellerine aktarmayıp, daha akılcı yöntemler izlemelerini salık vermek son derece makul. Ne var ki bu formülün yaygınlaşması, ancak Premier Lig gibi yayın hakları milyar dolarlarla ifade edilen bir ekonomik altyapıda mümkün olabilir. Bu sezon benzer bir çıkış yakalayıp, Moskova kulüpleri ve Zenit'e kafa tutan FC Rostov'un örneği ile karşılaştırmaya çalışalım. Rusya liginde bitime 7 hafta kala ikinci sırada yer alan takımın hikayesi, geçmişinde kayda değer bir başarısı olmaması, kadrosunda yıldız oyuncu bulunmaması ve yine bir yabancı sermayedar tarafından satın alınmış olmasıyla Leicester'ın hikayesine benziyor. Sezon sonunda, en azından Avrupa kupalarına katılma hakkı elde etmeleri de bir hayli olası. Öte yandan finansman açısından Leicester kadar şanslı değiller ve UEFA'dan Finansal Fair Play kuralları doğrultusunda bir uyarı almış bulunuyorlar. Bu sezon sonunda Avrupa vizesi alsalar dahi, Galatasaray'ın aldığı cezanın bir benzerine mahkum edilmeleri ihtimal dahilinde.

Oysa ki küreselleşme, gelişmekte olan ülkelere ve piyasalara, gelişen ve ucuzlayan bilişim teknolojilerinin de yardımıyla yeni olanaklar yaratmayacak mıydı? Bu değerlendirmenin sahibi FT yazarını cezbeden bir çelişki değil anlaşılan.