Kadrajın içi ve dışı

İki yıl önce, Gaziantepspor'un cezası nedeniyle Şanlıurfa'da oynanan Gaziantep-Gençlerbirliği maçını seyrediyorum televizyonda. Maçta Gençlerbirliği'nin taraftarı ya hiç yok, ya da varlıkları televizyondan hissedilemeyecek seviyede. Maçı çeken geniş açılı ana kameranın karşısındaki tribünde, Antep taraftarlarının yanı sıra, bir Süper Lig maçı izlemek üzere tribünde yerini alan Urfalı futbolseverler de bulunuyorlar. Maç Gençlerbirliği'nin oyunda ve skordaki üstünlüğüyle geçerken, Antepli taraftarlar huzursuzlanıp küfürlü tezahürata başlıyorlar. Muhatap olarak rakip takımın taraftarlarını bulamayınca da, Urfalılara sataşıyorlar, bu kez milliyetçi sloganlarla. Bundan sonra maçın gidişatının da belli olmasıyla, tribünde yaşananlar sahada yaşananlardan daha ilginç hale gelmeye başlıyor. Bir başka deyişle, geniş açılı maç kamerasının kadrajının kıyısında ve dışında kalan gelişmeler, kadrajın içinde oynanan maçtan önemli hale geliyor. Urfalılar bu sataşmalara karşılık veriyorlar, önce sözlü, sonra ellerine geçirdikleri taş vb. maddeleri Anteplilerin tarafına savurmaya başlayarak. Antepliler sayıca az olmanın verdiği dezavantajın da etkisiyle tribünün bir köşesine çekiliyorlar ve artık geniş açılı kameranın kadrajının tamamen dışına çıkmış oluyorlar. Artık maçı bırakıyorum ve tribünde her an değişen yerleşim düzenini takip eder hale geliyorum.
Türkiye'de futbolun durumunu özetlemek için iyi bir örnek. Önemli bütün olaylar geniş açılı maç kameralarının kadrajının kıyısında kalıyor, ya da tamamen dışında gelişiyor. Tıpkı bir Angelopoulos filmi gibi. Sinemanın şairleri arasında anılan usta yönetmenin, yaşadığı yüzyılın önemli toplumsal olaylarını, filmindeki ana hikayenin arkaplanına yerleştirmesi, sinematografisinde de, kadrajın kıyısına köşesine serpiştirmesini anımsamıştım bu maçı izlerken. Günümüzde de durum böyle değil mi? Bugünlerde dükkanlarda, kahvelerde üzerinde mutabık kalınan meseleler arasında, ABD'nin Erdoğan'ı elindeki bilgi ve belgelerle köşeye sıkıştırarak, IŞİD'e karşı operasyona katılmaya zorlamasını ve Türkiye'de sahada - kadrajın içinde - oynanan futbolun dibe vurmasını sayabiliriz.

Kadrajın dışında önceleri, transfer savurganlıkları, mali disiplinden uzak kulüp yönetimleri, dürüst ve adil yarışmaya gölge düşüren davranışlar, şike söylentileri ve davaları bulunurken, artık profesyonel sporun asli bileşeni ve mizansenin değişmez öğesi olan seyirciler de, kadrajın dışına düşmüş durumdalar. E-bilet uygulaması, hem genel seyircinin pasif ilgisizliğiyle, hem de taraftar gruplarının aktif protestolarıyla karşılandı. Kadrajın içinde, tribünler boş, sahaların zemini berbat ve oynanan oyun da can sıkıcı. Bütün ilgi çekici gelişmeler, kadrajın dışında: Büyük kentlerdeki taraftar gruplarının bir araya gelip, Ankara'ya Pasolig kartına karşı açılan davaları takip etmeye gitmesi ya da bugüne kadar taşkınlıklarıyla anılan bir grubun, e-biletli maçları protesto etmek için, bu kuralın uygulanmadığı yaş kategorisindeki maçlara giderek takımını desteklemesi gibi.

Şu anda bir belirsizlik havası hakim. Sanırım, futbolu yönetenler de, Pasolig kartlarındna kar ve potansiyel müşteri bekleyen banka da, bu uygulamaya karşı çıkan futbolseverler de tribünlerin bu kadar tenhalaşacağını beklemiyorlardı. Futbol kulüpleri şu ana kadar sessiz kaldılar, ancak seyirci sayısının, hele daha kış bastırmamışken bu denli azalmasına kayıtsız kalmaları mümkün değil. Bu yalnızca, futbol kulüplerinin gelirlerini azaltmakla kalmayıp, kulüpleri yöneten patronların kongre üyeleri ve taraftarlar arasındaki popülerliklerine de zarar verebilir. Dolayısıyla önümüzdeki haftalarda, özellikle iddialı kulüplerin hükümet nezdinde "ricacı" olmalarını bekleyebiliriz. Türkiye her ne kadar bir kuralsızlıklar ülkesi olsa ve ülke futbolu da, lokomotifi olan takımların sponsorluk gelirlerinin, bir iki oyuncusuna ödediği paraya eşit oluşuyla bu kuralsızlıklara eşsiz bir örnek teşkil etse de, saçmalığın bu kadarı, bu topraklar için bile fazla.