Hevesi geçen ve geçmeyen oligarklar

Geçen hafta, Bosman Kuralı sonrası Avrupa Futbolunun ekonomi-politiği üzerine birkaç not düşmeye çalışmış ve bu dönemde, Avrupanın büyük liglerinin dışında olmakla birlikte, geleneksel olarak kıta futbolunda iddialı olan takımların, yeni şampiyonluklar için gereken rekabet gücüne bir daha erişemediklerini vurgulamıştım. Post-Sovyet coğrafyası futbolu üzerine önemli bir İngilizce kaynak olan futbolgrad.com sitesinde, 2015 Avrupa Ligi Finalisti Dnipro Dnipropetrovsk'un yaşadığı düşüşü ele alan yazı, bu bağlamda oldukça taze ve tipik bir öykü.

Daha birkaç ay öncesinin finalist kadrosundan, başta Doğu Avrupanın son yıllarda yetiştirdiği en yetenekli oyuncu, eski 10 numaraların zerafetine sahip Yevhen Konoplyanka olmak üzere, önemli oyuncularını Batı Avrupa kulüplerine kaptıran Dinyeper havzası temsilcisi, bu sezon Avrupa Ligi'ne grup aşamasında veda ederken, Ukrayna Ligi'nde de formsuz bir dönem geçiriyor. İlaveten, UEFA finans kurallarıyla da başı dertte ve, kulübün sahibi olmakla kalmayıp, oligark cenneti ülkesinin ikinci büyük zengini olduğu ifade edilen - birincisi Rinat Ahmedov olsa gerek - Ihor Kolomoyskyi'nin, kulüple pek de ilgilenmediği konuşuluyor.

Dnipro, 1918 yılında Petrovsk fabrikasının takımı olarak kurulmuş, birkaç onyılı alt kümelerde ve Sovyetler Birliği futbolundaki cumhuriyetlerin iç liglerinde geçirdikten sonra, dönemin "Supreme" Ligi sayılabilecek "Vıyşaya Liga"ya yükselmiş, büyük usta Lobanovsky ile birlikte 1970'li yıllarda çıkışa geçmiş, 1980'li yıllarda SSCB takımının 10 numarası Oleh Protassov ve Hennadiy Litovchenko gibi yıldızların olduğu kadrosuyla birkaç kez şampiyon olmuş bir kulüp. Post-Sovyet dönem hikayesi ise, yukarıda anılan oligarkın devreye girmesine kadar pek parlak değil. Aslında Dnipro'yu Avrupa Ligi Finaline taşıyan, geçtiğimiz hafta bahsettiğimiz, Dynamo Kiev, Steau Bükreş, Ajax, Porto gibi takımların oyuncu yetiştirip, bu oyuncuları, o yılların transfer sınırlamalarının da katkısıyla takımda tutup, belirli bir kadro istikrarı sağlayarak başarılı sonuçlar elde etmek olarak özetlenebilecek bir başarı modeli de değil. Bir zenginin kulübü alıp transferler yapması, oluşan kadro ve teknik ekip arasında hasbelkader bir uyum yakalanması ve bir iki sezonla sınırlı bir serüven. Futbolgrad'daki makalede de belirtildiği üzere, oligarkın hevesi kaçınca, bu serüvenin sonuna gelinmiş olunuyor.

Bir başka Doğu Avrupalı oligark olan Abramoviç'in hevesiyse pek geçecek gibi değil. Gerçekten de kulübü Chelsea'yi çok seviyor. Pink Floyd şarkısındaki gibi, yeni araba ve havyara doyduktan sonra, "sanırım kendime bir futbol takımı alacağım" demiş günün birinde. Sık sık menajer değiştiren - ki son 10 yıllık dönemde neredeyse her yıla bir menajer düşüyor - sahip, son olarak kendisini "özel biri" olarak tanımlayan Mourinho'yu kovdu. Kulübü yıllar sonra şampiyonluğa taşıyan ve her ne kadar tartışmalı bir karakter de olsa, taraftarların sevdiği Portekizli, bu sezon takımın başında çıktığı 16 lig maçından 9'unu kaybederek, biraz da sonunu kendisi hazırlamış oldu. İngiltere basınında çıkan yazılarda ise, esas sorunun, sezonun ilk maçlarından birisinde, Chelsea oyuncusunun sakatlık numarası yaptığını fark etmeyip, tedavi amacıyla sahaya giren takım doktorunu kamuoyu önünde suçlaması ve nihayetinde - doktorun kadın olduğunu da vurgulayalım - biraz da maço bir tavırla bu çalışanını kovmasıyla başladığı belirtiliyor. Oyuncular, sevdikleri bir ekip üyesi olan doktorun kovulmasından sonra Hocaya cephe almışlar.

Sonuç olarak, pek de bir şey değişmiyor ve fatura, kibirli ve kendini beğenmiş de olsa bir teknik direktöre kesiliyor. Oligarkın ise hevesi geçmediği sürece kendisine fatura kesecek kimse çıkmıyor.