Futbol taraftarlarının gördükleri, entelektüellerin göremedikleri

Türkiye'de saygın bir siyaset bilimcinin AKP hükümeti tarafından aldatıldığını ama bu aldatılmadan memnun olduğunu, yine olsa, bıkmadan usanmadan yine seve seve aldatılmaya hazır olduğunu bilmem kaçıncı kez itiraf etmesini ibretle okuyabiliyoruz. Eş zamanlı olarak, "liberal" çizgideki bir gazetenin, aynı hükümetin anti-laik politikalarından rahatsızlık duyan ve bu terimi siyasi eğilimlerini tarif etmekte kullanmaktan imtina eden ancak, Anglo Sakson terminolojiyle "liberal" ya da kentli bir yaşam tarzını benimseyen kitleleri yıllarca aşağıladıktan sonra, "AKP bütün okulları imam hatipleştiriyor" başlıklı haberlerini okuyabiliyor, bu kadar ibret de yeter diyoruz.

Bir yanda önde gelen akademisyenler, diğer yanda iddialı entelektüeller tarafından çıkarılan yayın organları bu savrulmaları yaşarken, her konuya vakıf olmak gibi bir iddia taşımayan, mütevazı taraftar grupları benzer yanılgılara düşmediler. Takımlarının yeni stadyumunun açılışında, siyasi iktidara minnet duymadıklarını protestolarla dile getirdiler, 3 Temmuz şike soruşturmasının, futbol dünyasını pisliklerden arındıracağı hayaline kapılmadılar ve güç odaklarının önüne geçip onları alkışlamadılar. E-biletin futbolseverler yararına bir uygulama olmadığına şüphe etmediler. Dolayısıyla, Çarşı hakkında açılan deli saçması davaya bakarak, "biz ne kadar da yanılmışız" diyerek nedamet getirmelerine gerek kalmadı.

Kabul edilen iddianamenin AKP yargısı standartlarına göre dahi zayıf olduğu ortada. 38 sayfalık metinin yarısından fazlası kimlik bilgileriyle dolu ve kalan kısmında da hiçbir bağlama oturmayan birkaç telefon dinlemesi dökümü var. Zaten davanın - biraz tuhaf bir ifade olacak ama - hukuki yanıyla ilgilenen yok. Dava, birkaç yıldır hem endüstriyel futbola hem de 2013 Haziranında zirveye çıkan ve izleyen 2013-14 sezonunda statlardaki sloganlarla devam eden hükümet politikalarına karşı oluşan tepkiyi sindirmekten başka bir amaç taşımıyor.

İlginçtir, çoğunluğu Çarşı'dan 36 kişiye, kimilerine hükümeti devirmeye teşebbüs suçlaması ve müebbet hapis istemini içererek yapılan bu yasal girişimin bir benzeri, Mısır'da gündemde. Mübarek sonrası Mursi öncesi ara rejim dönemi sürerken, kamu otoritelerinin de bir biçimde parmağının olduğu ve 74 Ultras Ahlawy (El Ahli ultra grubu) üyesinin öldürüldüğü Port Said kentindeki katliamdan bu yana, taraftarların stadyumlara alınmadığı ülkede, Kahire'nin diğer büyük takımı Zamalek'in Başkanı, kendi takımının taraftar grubu Ultras White Knights'ın kendisini öldürmeye teşebbüs ettiğini de öne sürerek, grubun "terörist" olarak yaftalanıp resmen yasaklanması için girişimlerde bulunuyor. Facebook sayfalarına göre 600.000'den fazla atlıyı barındıran Beyaz Şövalyelere mani olabilirler mi bilinmez, ancak iki vaka arasında çok sayıda ortak nokta olduğunu anlıyoruz. Bir tanesine değinelim, uzun yıllardır dozajı zaman içerisinde değişen ancak hep baki kalan bir siyasi baskı atmosferinin olduğu ve futbolun çok sevildiği Mısır'da, tribünler bu baskılardan nispeten azade olan alanlardı. Mübarek'in devrildiği süreçte, bilhassa Ahlawy ve White Knights gruplarının halkın en çok güvendiği örgütlenmeler arasında olmalarını, yalnızca bu grupların, polise karşı örgütlü biçimde tutum alınmasında deneyimli ve bu nedenle daha cesur oluşlarıyla açıklamak yeterli olmayabilir. Bu güvenin kaynağı, siyasi partilerin, sendikaların, derneklerin çatısı altında yer almanın ciddi riskleri beraberinde getirdiği bir ortamda, futbol kulüplerine aidiyetin nispeten daha güvenli ve kamu otoriteleri tarafından "kabul edilebilir" oluşunda aranabilir. Bu tez ileri sürülebilir: Futbol taraftarlığının göreceli olarak güvenli bir alan oluşu, arayış içerisindeki kitlelerin bu alana yönelmesini ve bu alanı genişleterek, toplum nezdinde belirli bir yere oturmasını sağlamıştır.

Türkiye'nin 12 Eylül sonrası 3 onyılını, eşit süredeki Mübarek iktidarıyla özdeşleştirmek doğru olmayacaktır ancak, sendikasızlaştırmanın, örgütsüzleştirmenin ve bunların sonucu olarak toplumun siyasi alandan ayrıştırılmasının bir özeti olarak ifade edilebilecek bu dönemde, tribünler, insanların önce kendilerini daha rahat biçimde ifade edebilecekleri, hatta birkaç küfür edip ufak taşkınlıklar yaparak rahatlayabilecekleri bir alana, daha sonra endüstriyelleşmeyle birlikte, bizatihi yeni toplumsal kimliklerin edinildiği bir platforma dönüştü. Futbolu ve ülkeyi yönetenler açısından beklenmeyen gelişme bu noktadan sonra kendisini gösterdi. Taraftarlar, arkadaş grupları olmaktan çıkıp, üniversitelerde kulüpler kurmaya, Avrupa'daki örneklerden de feyz alarak, giderek kulüp yönetimlerinden uzaklaşan örgütlenmeler oluşturmaya başladılar. Futbolda ticarileşmenin birincil unsuru, futbola ilişkin tv yayını, maç bileti, takım forması gibi akla gelebilecek her ürünün daha fazla satılmasıysa, taraftarlar büyük ölçüde bu gidişata ayak uydurarak müşteri haline geldiler ancak bunu yaparken, örneğin aldıkları formaları maç günleri hatta günlük hayatta giymek gibi tercihlerle, grup kültürlerinin güçlenmesine de yol açtılar. Bu grupların bir noktadan sonra kafa kafaya vererek, hatta rakip kulüplerin taraftar gruplarıyla da bir araya gelerek, günümüzde ticarileşmenin en son örneği e-bilet uygulamasına karşı seslerini yükseltmeleri de sistem açısından tatsız bir sürpriz oldu.

Sonuç olarak, salt siyaset eyleme halinin değil, siyasi analiz üretiminin de kolektif bir akla dayanmadığı durumlarda - illa bir siyasi partiye bağlılığı değil, tutarlılığı olan düşünsel bir kolektife bağlı olmayı kastediyorum - savrulmalara açık olduğunu iddia edersek, analizlerinde ve tutumlarında ortaklaşabilen ve geçmişte, "ne sağcı, ne solcu, futbolcu" tanımlamasıyla anılan taraftar gruplarının, bugünleri öngörmede, burunlarından kıl aldırmayan kimi entelektüelleri geride bıraktıklarını söyleyebilir miyiz?