Film festivali ve sonsuz geçiş süreciyle Saraybosna

Bir insan ömrüne sığabilecek kadar kısa bir sürede iki uzun savaşı yaşayan bir kente giderken insan ne görmeyi bekler? Özellikle bu kente yapılan ziyaret, kuşatma koşullarında başlatılan bir film festivaline katılma amacını taşıyorsa.

Bu yıl 21. düzenlenen Saraybosna Film Festivalinin, Balkanların en önemli film festivali niteliğini taşıdığı pekala söylenebilir. Elbette bu göreceli bir kavramdır, bir başkası, örneğin Selanik Film Festivali için bu yargıya varabilir. Ancak her yıl Ağustos ayında düzenlenen festival, düzenli işleyişi, katılımcı ve davetli sayısının çeşitliliği ve çokluğu, ana yarışma gibi her festival için temel unsur olan bölümlerin dışında, yeni film projelerinin kendisine kaynak aradığı seviyeli bir film endüstrisi platformu sunması ve belki de en önemlisi, kentin birçok kurumunun sahipleniyor olmasıyla, bölgesindeki diğer festivallerden daha fazla göze çarpıyor.

Sorumuza dönersek, bir film festivaline sezonun yeni yapımlarını izlemek ve yeni projeler hakkında bilgi sahibi olmak amacıyla katılıyorsanız, zamanınızın büyük bölümü sinema ve toplantı salonlarında geçecek demektir. İlk kez ziyaret ettiğiniz bir yerde yapılacaklar listesine almayı pek düşünmeyeceğiniz etkinlikler. Bununla birlikte, bir ülkede ya da bölgede üretilen filmleri seyretmek, sözkonusu coğrafyanın yakın tarihi, bireysel ve toplumsal mücadeleleri veyahut çelişkilerine, hiç olmazsa o coğrafyanın genel gidişatına ilişkin izleyiciye fikir verebilir. Son yıllarda Balkanlarda üretilen filmleri izlerken de, gençler arasında daha yüksek oranlarda seyreden ve kronikleşmiş hale gelen işsizlik, maaşların yetersizliği nedeniyle çalışanların borçlanması, kamu hizmetleri ve tesislerinin özelleştirilmesi, sendikaların güç kaybederken, işçi haklarının gerilemesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği gibi sorunların etkisini hissedebiliyorsunuz. Bir kısmını İstanbul Film Festivali'nde, bir kısmını Saraybosna'da izlediğim "Lesson" (BUL),"Treasure" (ROM), "Our Everyday Life" (BOS), "Barbarlar" (SRB) bu filmlerden bazıları. Bununla birlikte, şu son 1 yıl içerisinde izlediğim Balkan filmlerinde, özellikle 2007-08 küresel ekonomik bunalım döneminden sonra gelişten toplumsal muhalefetin etkilerinin görülebildiğini söyleyemem. Bölgedeki film üreticilerinin, Sırbistan'da "Jugoremedija" ilaç fabrikasının özelleştirilmesine karşı işçilerin özyönetimi savunması gibi işçi eylemlerinden, Hırvatistan, Bosna Hersek vd. ülkelerde kamusal alanların bu niteliklerini yitirerek özel yatırıma açılmasına karşı verilen mücadelelerden ya da yolsuzluk karşıtı protestolar vb. pratiklerden ilham aldıklarına ilişkin emarelere, pek rastlanmıyor. Filmlerde yukarıda anılan sorunlardan etkilenen karakterler, çareyi hazine avcılığında, ailenin güvenli sularına sığınmada ve diğer geleneksel yöntemlerde arıyorlar. Yine de bölgede son yıllarda üretilen filmlerde, bu yıl içerisinde Verso Books (Londra) tarafından yayınlanan, "Welcome to the Desert of Post-Socialism" başlıklı derleme çalışmanın ana fikrinden ödünç alırsak, sosyalist dönem sonrası sonu gelmeyen geçiş sürecinin sancılarına, tanıklık edilebiliyor. Bu konuda Balkanlarda üretilen filmlerin, Türkiye sinemasının hem ana akım, hem de ana akım dışı filmlerinden bir adım önde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Kamusal alan, kurum ya da hizmetlerin özelleştirilmesine ya da boşlanmasına ilişkin bir örnek, Saraybosna'daki Ulusal Müze'nin başına gelenler. Bu müze, yapı itibariyle İstanbul Arkeoloji Müzesini andırmakla birlikte, arkeoloji departmanının dışında, etnoloji, doğa tarihi, kütüphane gibi çeşitli departmanlar barındırıyor; hatta avlusunda botanik bahçesi bile var. Devlete ait önemli bir kültür/tarih kurumu olan Müzenin yönetimi, 2012 yılında bütçe kesintilerinin artmasıyla birlikte, müzeyi kapatmaya karar veriyor. Bu tarihten sonra müzenin bekçisinden departman müdürlerine kadar her kademeden çalışanı, işyerlerini gönüllü olarak ve ücret almadan, nöbetleşe beklemeye başlıyorlar. Amaçları, müzedeki eserleri, buluntuları ve elbette ki işlerini koruyabilmek. 

Yan kapıdan müzeye girdikten sonra, 1.90 boylarında ve insanın ters düşmek istemeyeceği fiziksel özelliklere sahip bir adam, el kol işaretleriyle hangi yolu takip etmem gerektiğini gösteriyor. Müzedeki gönüllülerle konuşurken bu ağabeyin, üniversite öğrencileriyle, orak-çekiç rozetli yelekler giyen sendikacıların da destek verdiği nöbet sisteminin çok önemli bir parçası olan Murat Rozajac olduğunu öğreniyorum. Birkaç yıldır müzede kalmakta olan Murat, geceleri Bosna Hersek'in bu önemli mirasının tek koruyucusu olmak gibi ağır bir sorumluluğu üstlenmiş.

Bosna Hersek Federasyonu'nun, Daytona Anlaşmasının bir sonucu olan karmaşık bürokrasisi içerisinde yer alan birimlerden hiçbirisi, müzeyi sahiplenmek istemiyor. Sorunun bu müzeyle sınırlı olmadığını, bir turistin gözleriyle bile anlamak mümkün. Ulusal Müzenin komşusu olan Tarih Müzesinin, 1992-95 yılları arasındaki Saraybosna kuşatması ve Eski Yugoslavya için Savaş Suçları Mahkemesinin faaliyetlerinin anlatıldığı bir yerleştirmeyle, 2. Dünya Savaşı dönemine ilişkin bir fotoğraf sergisi dışında kalan bölümleri, boş odalar ve duvarlardan oluşuyor. Bu sergiler de, 2015 yılı Bosna Hersek için bu iki büyük tarihsel dönemin 20. ve 70. yıldönümü olduğu için açılmış geçici sergiler. Bünyesinde birkaç yapı barındıran "Sarajevo Museum" ve Srebrenica Katliamı için açılan "11.07.1995 Gallery" ise daha derli toplu gözüküyor. Bunun nedeni, müzelerin girişlerinde yer alan plakalardan anlaşılıyor. İlki USAID, ikincisi ise TİKA'nın maddi desteğiyle yenilenmiş. Hatta Ulusal Müzede nöbet tutan çalışanların tanıtıldığı broşür bile, ABD dış politikasına havuç tedarik eden USAID'in katkılarıyla hazırlanabilmiş. 20. Yüzyılda üç büyük savaş yaşamış, bazı sakinleri 2 hatta 3 kez esir ya da toplama kampına düşmüş bir kentte, idari birimlerin müzelere değer vermemesi gerçekten üzücü.

Bu müzeleri gezerken, Festival süresince Türkiye'den gelen birkaç sinemacı arkadaşımın birbirlerinden bağımsız olarak, "yahu bu kurşun deliklerini neden kapatmıyorlar" deyişlerini hatırlıyorum. Saraybosna'ya gitmese dahi, kent üzerine bir gezi yazısı ya da tv programına denk gelmiş birisinin bile bildiği üzere, kentte 1990'lardaki iç savaşın hatırasını canlı tutmak adına, kurşun ve şarapnel parçalarının binalarda açtığı delikler kapatılmıyor. Gerçekten de, kente ilk girdiğiniz andan itibaren bu durum dikkatinizi çekiyor. İdari birimlerin müzelere dönük olanca ilgisizliği, sokaklardaki kurşun delikleriyle kapatılıyor bir anlamda.

Bununla birlikte, Saraybosna nasıl bir kent sorusuna verilecek belki de ilk yanıtım, herkesin anıldığı, hiç kimsenin unutulmadığı bir yer olurdu. Her köşebaşında, Hırvat milliyetçisi ve Nazi işbirlikçisi Ustaşa rejiminin astığı partizanlardan, Sırp milliyetçiliğine esir düşen eski Yugoslav ordusunun 1992-95 dönemindeki kuşatmasında ölen çocuklara, eceliyle bu dünyadan göçen yazar, bilim insanı ya da toplum için bir önem arz eden herhangi birisine kadar hemen herkese ait, irili ufaklı büstler, anıtlar karşınıza çıkabiliyor. Bitmek tükenmek bilmeyen post-sosyalist geçiş süreci, kamu otoritelerinin basiretsizliği ve ilgisizliğine rağmen bu güzel kent, anılarını unutmadan, tüm neşesi ve canlılığıyla yaşamaya devam ediyor. Bu anılara, ziyaretime denk geldiği için kendimi şanslı saydığım bir yenisi daha eklendi. Bosna Hersek U16 Basketbol milli takımı, Avrupa Şampiyonu ünvanıyla Mareşal Tito Caddesi'nde, 2. Dünya Savaşında yaşamını yitiren partizanların anıldığı "Sönmeyen Ateş"in önünde halkla buluştu. Ülkesinin kazandığı bu ilk Avrupa Şampiyonluğuyla övünen bir Saraybosnalıyı uyarmadan edemedim; "aman ha, çocukları bizim takımlara kaptırmayın!"