Mabedden özgürleşmeye

Türkiye’de kadınların ev işlerine günde 261 dakika ayırdığına dair bir haber yayınlandı geçtiğimiz günlerde. Araştırmayı OECD yapmış.

Erkekler 21 dakika ayırıyormuş.

Görebildiğim kadarıyla sosyal medyada yürüyen tartışmalar, toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde erkeklerin sorumluluktan kaçtığına ilişkin ithamlar üzerinden şekillendi: “Bundan sonra hiçbir erkek ben de ev işi yapıyorum diye kendini kandırmasın…”

Meselenin özünün kapitalizmde sürekli yeniden üretilen toplumsal cinsiyet rolleriyle derinden bağlantılı olduğu kuşkusuz. Öyle ki, yukarıda bahsi geçen verilerin gericiliğin gemi azıya aldığı ülkemize ait olmasına da pek takılmayın Türkiye’nin eşitsizlikler aleminde ibretlik bir ülke olduğu doğru, ama bu tablonun kapitalizme içkin olduğu daha büyük bir doğru.

Meselenin diğer veçhesinde ise, bir tür olarak insan evladının, Lenin’in deyimiyle “zalimane bir verimsizlik içeren değersiz, sinir bozucu, boğucu, tüketici bir angarya” olan ev işlerine yaşamının pek değerli bir kısmını gömmeye devam etmesi duruyor.

Üstelik, öyle ya, ev işlerini kolaylaştırdığı söylenen teknolojiler bunca ilerlemişken.

Teknolojik ilerlemenin her derde deva olduğu hikayesini hızlıca ele alıp bir kenara koyalım: Geçtiğimiz yüzyılın başından bu yana ev aletleri teknolojilerinde katedilen ilerlemenin ev işlerine ayrılan sürede kayda değer bir azalmayla sonuçlanmadığına ilişkin çok sayıda araştırma mevcut.

Toplumların kentleşme yönündeki tarihsel eğilimi önemli etkenlerden biri. Modern toplumun çekirdek aileyi merkeze koyan şekillenmesi kişi başına düşen ev sayısını arttırırken temizlenecek mekansal ölçeği, yapılacak yemek miktarını arttırdı çocuk, hasta ve yaşlıların bakımını paylaşacak ev içi yetişkin sayısını azalttı.

Diğer bir etkense kapitalizmin kâr mantığı… Kapitalizm, daralan hanehalkı yapısının “yardımına” geniş bir ev aletleri piyasası yaratarak koştu. Bu yeni ve son derece verimli mecrayla gürbüzleşen tüketim kültürü, toplumu daha da bireycileştiren, kadını evle tanımlı “özel alana” daha fazla hapseden dönüştürücü bir işlev de üstlendi.

Tüketim kültürüyle yarenlik eden bir dönüşüm sürecine fetişizmin eşlik etmemesi mümkün değil. Kullanılan yeni teknolojilerle birlikte ev içi emeğin anlamı değişti. Çamaşır makinesinin varlığı daha fazla giysi kullanımını “mümkün” ve dahi “zorunlu” kılarken, ütünün varlığı en ufak kırışıklığı “ayıp” hale getirdi. Katılımcı bir toplumsal yaşamdan soyutlandıkça mabed haline gelen evlerin dirlik, düzen ve temizliği, toplumsal statü ve prestijin göstergelerine dönüştü. Toplumsal ilişkileri ve buna paralel olarak verili kültürel kodları dönüştürmeden kaydedilen her türlü teknolojik ilerleme, sağladığı kolaylığın yanında yeni bir iş yükü ve zaman kaybı yarattı. Yakın döneme ait karşılaştırmalı araştırmalar da ev teknolojilerinin eve ayrılan emek zamanı azaltmadığına işaret ediyor.

Demek ki ev içi emeğin ömrümüzden ömür çalmasının önüne geçebilmek için meselenin başka bir şekilde ele alınması, yaşamımızın başka bir şekilde “modernize” edilmesi lazım.

Modernizasyon derken kast ettiğim, gündelik yaşamın eşitlik temelinde ve toplumcu bir yaklaşımla yeniden düzenlenmesi.

Somut deneyimlerle devam edelim…

Demokratik Almanya Cumhuriyeti, ev içi emeğin modernize edilmesi konusunda Batı Almanya’nın daima önünde yer aldı.

Çözümün en önemli boyutunu çocuk bakımı, yaşlı bakımı, hasta bakımı başta olmak üzere kadına yıkılan geleneksel görevlerin toplumsallaştırılması oluşturuyor. İşyerlerinde kreşlerin, okul öncesi çocuklar için anaokullarının, yaşlı ve ihtiyaç sahiplerine yönelik gündüz bakım evlerinin açılması kadınların üzerindeki yükün önemli bir kısmını kamusal hizmetlere havale etti. Eğitim sistemi bu yönde organize edildi, örneğin okullarda çocukların beslenme ihtiyaçlarını da gözeten bir tam gün eğitim uygulamasına geçildi.

Hepsi bu değil elbette. Doğu Almanya, diğer sosyalist ülkeler gibi yemek ve temizlik gibi işleri de mümkün mertebe toplumsallaştırdı. Her mahalleye kurulan ve cüzi ücretler karşılığında yemek yenilebilen ortak yemekhane ve restoranlar, Doğu Alman halkı için aynı zamanda özgün sosyalleşme mekanlarına dönüştü. Kurulan ortak çamaşırhaneler ve ütü hizmeti veren birimler de yine hem ev içi emek zamanının azaltılmasına katkıda bulundu, hem de muazzam bir enerji tasarrufu sağladı.

1974 yılına ait bir araştırma, bu ve benzeri kamusal tedbirler sayesinde Doğu Almanya’da ev işinden hane halkı başına iki buçuk saate yakın tasarruf sağlandığını gösteriyor. Daha fazla uyuyup dinlenmek, ilgi çekici bir konuyu araştırmak, okumak, film izlemek, dostlarla buluşmak için her gün iki buçuk saat…

Demokratik Almanya’da kadınların ev içi emeğin boyunduruğundan kayda değer ölçüde kurtulabilmelerinin bir diğer boyutunu elbette kadınların işgücüne katılımı oluşturuyor. Doğu Almanya’da kadınların işgücüne katılım oranı Batıdan hep yüksek oldu ki bu aynı zamanda evde geçirilen zamanın azalması anlamına geliyor. 1989 yılında Doğu Almanya’da kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 89 ile erkeklerinkine çok yakınken Batı Almanya’daki kadınların işgücüne katılım oranı hala yüzde 60’ın altında seyrediyordu.

Hep tartışageldiğimiz toplumsal cinsiyet eşitliği kültürü bu parametrelerden bağımsız olarak düşünülebilir mi? Düşünülemeyeceğini yine Doğu Almanya örneği gösteriyor. 1960 yılında Doğu Almanya’da erkeklerin ev işine katılma süresi, Batılı muadillerine oranla iki katın üzerindeydi. Bu fark ilerleyen yıllarda artarak devam etti.

Batı Almanya’nın çaresizce kapatmaya çalıştığı mesafe, Almanya’nın diğer yarısında sosyalizm hüküm sürdükçe varlığını sürdürdü. Ta ki Doğu Almanya, Batı tarafından ilhak edilene kadar.

1990 yılından bu yana Almanya’nın iki kanadı arasında, ev işine ayrılan sürenin artması ve erkeğin ekmek kazandığı, kadının ise ev işlerini üstlendiği geleneksel rollere dönülmesi yönünde bir benzeşme yaşanıyor.

İlhaktan sonra ortak çamaşırhanelerin kapatılarak kaldırımların dev çamaşır makinesi yığınlarıyla doldurulması ve her eve “ileri teknoloji” çamaşır makinelerinin satılması tesadüf değil, ufuktaki yeni muhafazakarlık döneminin işaretiydi.

Evin mabede dönüşmesini reddetmeden, yeni bir eşitlikçi toplumsal yaşam ve kamusal alan hayal etmeden ev içi esaretten özgürleşemeyeceğimiz açık değil mi?