Boş zaman hakkı

Tüm bireyleri ilgilendiren, evrensel bir mefhum olarak boş zaman kavramının tarihi pek öyle eskilere uzanmıyor boş zaman mevzusu sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıktı. Onu önceleyen kölelik ve feodalizm dönemlerinde boş zaman büyük ölçüde egemen sınıfların ayrıcalığıydı.

Kâr maksimizasyonuna dayanan kapitalist çalışma etiğinin de başlangıçta işçilere boş zaman hakkı tanımaya niyetli olmadığını, çalışma sürelerinin günde ortalama 16-18 saati bulduğu 18. ve 19. yüzyıl sanayi Avrupası’ndan biliyoruz.

Engels’in “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı kitabı, erken kapitalizmin acımasızlığını resmeden anıtsal belgelerden biri. Dileyenler Charles Dickens gibi, Emile Zola gibi dönemin ünlü romancılarının eserlerine bir de bu gözle bakabilir.

Erken endüstri toplumu sefil bir çalışma kampına benziyordu.

Sonra ne oldu?

İşçinin giderek karmaşıklaşan iş süreçlerinde verim sağlayabilmesi , bu amaçla ‘emek gücünü yeniden üretebilmesi’ için yeterince uyuyup dinlenebileceği, kendini geliştirebileceği, keyiflenip enerji depolayabileceği bir zaman dilimine ihtiyaç duyduğuna kanaat getirdi patronlar ve çalışma saatleri azaltıldı!

Böyle olmadı tabi.

‘Emek gücünün yeniden üretilmesi’ koşullarının dönüşmesi, kapitalizmin işleyişinde elbette bir rasyonaliteye oturuyor ancak kimse bu dönüşümün masa başında toplanan patronların bir tür aydınlanma yaşamasıyla gerçekleştiğini düşünmesin.

Boş zaman hakkı mücadeleyle elde edildi.

8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak ilan edilmesine vesile olan ABD’deki dokumacı kadınların direnişini hatırlayalım. 1857 yılında insanca çalışma koşulları ve sekiz saatlik iş günü için greve giden bu kadınlardan 129’u, protesto esnasında çıkan yangında fabrika kapılarının üstlerine kilitlenmesi sonucunda hayatını kaybetti.

16-18 saatten sekiz saatlik işgününe giden yol uzun ve meşakkatli oldu.

Ücretli izin hakkının tanınması ise ancak Birinci Dünya Savaşı sonrasına denk düşüyor. Tesadüf değil, Sovyetler Birliği’nde vücut bulan sosyalizmin basıncıyla…

Boş zaman hakkı mücadeleyle kazanıldı ama sabitlenmedi elbette. Hakların mutlak güvence altına alınması kapitalizmin doğasına aykırı.

Emek gücünü maliyet kalemi olarak gören kapitalizmin kâr mantığı, bu maliyeti sürekli olarak ölçüp tartacak, fırsat bulduğunda minimize edecek... Bu da her şeyden önce çalışma sürelerinin uzatılması ve emek sürecinin yoğunlaştırılmasıyla mümkün.

Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalizmin yeni mevziler kazanması sayesinde artan boş zaman hakkı, sosyalist bloğun yıkılmasından bu yana büyük bir kararlılıkla geri alınıyor.

Çalışma saatlerinin yeniden uzaması, ücretli yıllık izinlerin giderek hayal haline gelmesi değil yalnızca sorun hasbelkader sahip olduğumuz boş zamanı nitelikli yaşama imkanımız da iğdiş ediliyor.

Geçtiğimiz haftalarda çokça tartıştık ev içine hapsedilen devasa iş yükü nedeniyle heba oluyor boş zamanımız. Yollarda sürünmeyi yaşam biçimimiz haline getiren akıldışı ulaşım politikaları nedeniyle… Her türlü tatminden uzak, yıpratıcı çalışma yaşantımızın yarattığı mutsuzluklar, türlü güçlük ve belirsizliklerle malul gelecek tahayyülümüzü sarmalayan kaygılar nedeniyle…

Dahası var. Boş zamanı nitelikli hale getiren kültür sanat, spor, bilim gibi temel faaliyet alanları her geçen gün yaşamın olağan akışının dışına itiliyor, daraltılıyor, içi boşaltılıyor, gericileştiriliyor, metalaştırılıyor.

Çalışma yaşamı ile boş zaman arasında kâr maksimizasyonuna dayalı bir karşıtlık yaratan kapitalizm, iş yerinde el koyamadığı boş zamanı kitle kültürü endüstrisiyle teslim alıyor.

Bu yıl gerçekleştirilen bir araştırma, Türkiye’de günlük ortalama televizyon izleme süresinin dört saati bulduğunu gösteriyor. Geçtiğimiz yıllarda daha yüksekmiş ama dizi izlemek için interneti tercih edenlerin sayısı arttığı için bir miktar gerilemiş. Teknoloji ilerliyor, araçlar çeşitleniyor ama boş zamanın edilgen bir izleyicilik pratiğine mahkum edilmesi baki! Reklam ve benzeri bilumum parazit sektörün kârlarındaki artış da!

AVM’lerin nasıl bir boş zaman katliamına imza attığına bakın. Sinemanın, müziğin ve hatta edebiyatın nasıl standardize edilip pazarlandığına… Tornadan çıkma tatil köylerinin tatil denen mevhumu nasıl yozlaştırıp paketleyiverdiğine…

Emek sürecinin piyasaya teslimiyeti, boş zamanın piyasaya teslimiyetini beraberinde getiriyor. Demek ki boş zamanın insanileştirilmesi için emek süreçlerinin piyasa tahakkümünden kurtarılması gerek. Çalışma yaşamı ile boş zamanı birbirinin karşısına koyan o derin yabancılaşmanın aşılması da ancak böyle mümkün olabilir.

Bireyin, toplumun ve yaşamın bütünlüğünü gözeten bir toplumsal düzen olarak sosyalizmde çalışma pratiğiyle boş zaman hakkının nasıl barıştırılabileceği konusuna önümüzdeki hafta değinmeye çalışacağım.