Anne olma hakkı

Tayyip Erdoğan’ın bir dönem üç çocuk meselesini diline pelesenk etmesi başta kadınlar olmak üzere toplumun çoğunluğunda büyük bir öfke ve tiksinti yarattı.

Kadını doğurma ve bakım işlevleriyle araçsallaştıran muhafazakar bakış, her şeyden önce kadını insan yerine koymama yönündeki kararlı meydan okuması nedeniyle hak ediyor öfke ve tiksintiyi.

Annelik rolünü kutsallaştırıp çocuk bakımını kadının ‘varoluş’ biçimi olarak sabitleyen bu gerici bakışın, pekala çocuk bakımını da kapsaması gereken kamusal hizmet alanından yüz çeviren piyasa düzeniyle olan takke-külah ilişkisi bir diğer neden. Anneliği hem yüceltip hem cehenneme çeviren böylesi bir ikiyüzlülük nasıl olsun da öfke ve tiksinti uyandırmasın?

Haziran Direnişi’nde de gördüğümüz gibi kadınlar bu muhafazakar riyakarlığa, “kaç çocuk doğuracağıma ben karar veririm” diyerek yanıt verdiler. Başka türlü bir toplumsal yaşamı inşa etme kararlılığını yansıttığı ölçüde haklıydılar da. Ancak günümüz toplumunu veri alan bireysel bir diklenmeden ibaret kaldığı takdirde, aynı yanıtın içi fena halde boşalıyor.

Çünkü mesele yalnızca fazla çocuk yapmaya zorlanmamız değil toplumsal baskılara göğüs gerecek direnci gösterip kendi irademizle karar alsak bile çocuk yapmanın kendisi yaman bir sorun, zorlu bir seçim haline gelmiş durumda.

Çok çocuk yapmamız vaaz ediledursun, anne olma hakkımız elimizden alınıyor günden güne.

Muhafazakarlığın hemhal olduğu piyasa düzeni nedeniyle…

“Hayat her geçen gün zorlaşıyor” retoriğiyle geçiştirebileceğimiz basit bir durum değil bu. Ortada büyük bir saldırı var. Saldırının boyutlarını anlayabilmek için bazı verilere bakmayı önerebilirim.

Veriler yine Demokratik Almanya Cumhuriyeti ile Batı Almanya karşılaştırmasına ilişkin olacak. Gericiliğin tepe noktasına ulaştığı Nazi dönemi dahil olmak üzere bütünüyle aynı geçmişi paylaşıp iki farklı toplumsal düzene yönelen bu iki ülke, bizim için bir tür toplumsal laboratuvar işlevi görüyor doğal olarak.

İki Almanya’da kadınların durumunu karşılaştıran 2003 yılına ait bir makale, Batı Almanya’da yaşayan 35-39 yaş aralığındaki meslek sahibi kadınların yüzde 41 ila 44’ünün çocuksuz olduğunu kayıt altına almış durumda.

Doğu Almanya’daki doğum oranları gerçekten de Batı’ya göre daha yüksekti. Halbuki ülkenin ikiye bölünmesini takip eden soğuk savaş döneminde “amerikan rüyası” esintili muhafazakar aile propagandasının yapıldığı ve bu bağlamda kadına başat rol olarak anneliğin biçildiği yer Doğu değil, Batı Almanya’ydı.

Aynı makalede, Batı Almanya’daki kadınları çocuk doğurmamaya yönelten en önemli etmenlerden biri olarak annelik ile çalışma koşullarının bağdaştırılmasındaki güçlüğe işaret ediliyor. Yine halbuki Doğu Almanya’da kadınların işgücüne katılım oranı Batı’daki kadınlara göre çok daha yüksekti.

Doğu Almanya’da kadınların hem işgücüne katılımını, hem çocuk doğurmasını güvence altına alan mekanizmalar, muhafazakarlığa savaş açan bir aydınlanmacılığın, piyasacılığı reddeden bir kamusal yaklaşımın ürünü oldu.

Nitekim bu mekanizmaları tasfiye eden birleşmeden sonra olan şu: Doğu Almanya kökenli kadınların işgücüne katılım oranı azaldı, 1989 yılı rakamlarına göre 200 bin olan yıllık ortalama doğum sayısı ise beş yıl gibi kısa bir süre içinde 80 bine düştü.

Soykırımı çağrıştıran böylesine şiddetli bir gerilemenin ancak savaş koşullarında gerçekleşebileceğini düşünebilirsiniz. Haksız da olmazsınız Doğu Almanya’da restore edilen piyasa düzeni, kadınların bütün haklarına olduğu gibi anne olma hakkına da savaş açtı.

Aynı saldırının yıkıcı sonuçlarını, karşı devrimi yaşayan tüm diğer eski sosyalist ülkelerde görebilirsiniz. Sovyetler sonrası dönemde Türkiye’de fahişelik yapmaya mahkum edilen Rus kadınlar yalnızca parmak ısırtan mesleki yaşamlarını değil, anne olma haklarını da terk etmek zorunda kaldılar.

Tarih orada sona ermedi bir dünya sistemi olarak kapitalizmde aynı saldırının muhatabı olmaya devam ediyoruz.

İnsanlığımızı, ama aynı zamanda anneliği yaşayabilmek için sosyalizmi düşünmeye mecburuz.