Torquemada Cafer

İtfaiye merdiveniyle yanan binadan inmeye çalışan Aziz Nesin'in yanı başındaki görüntüsüyle tanıdık onu. Ellerini, otelin etrafını kuşatan o kana susamış kalabalığı kışkırtırcasına havaya kaldırışını bir kez görenin, bir daha unutmasına sanırım imkan yoktur. Bu görüntünün tespit edildiği fotoğrafına baktığımda, şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Bu da bizim Torquemada'mız”.

Adının Cafer Erçakmak olduğunu kısa bir süre sonra öğrendiğimiz bu adamın, olayın sorumlularından biri olduğu için ülkeden kaçtığını, Fransa'ya sığındığını duymuştuk. Aradan on altı yıl geçti, bir de öğrendik ki, her ne kadar Akit gazetesi ölmek için döndü dese de, hem de sözümona arandığı andan beri Sivas'ta yaşıyormuş meğer.

Bakmayın siz, “nasıl olur da aranan bir kanun kaçağı, özellikle arandığı yerde bunca yıl saklanır?” diyenlerin şaşkınlığına. Saklandığını kim söyledi ayrıca? Gayet korunaklı, üstelik saygı da görerek, “toplumsal bir kabulleniş” içinde Madımak'takilere layık görmediği hayatı, kendisi dibine kadar yaşayıp öldü, Sivaslı hemşehrilerinin arasında. Bir “kent cinneti”nin normal sonucudur bu. Neden şaşırılıyor, anlamış değilim.

Cafer Erçakmak, inanmış biri miydi? Öyleydi herhalde. On üçüncü yüzyılda yaşamış Hristiyan din adamı Torquemada da öyleydi. Erçakmak, inancı gereği bilinçli bir nefis terbiyesi içinde olmuş mudur bilemeyiz ama en azından öyle olunması gerektiğine inanırdı kuşkusuz. Torquemada'nın öyle olduğunu kesin biliyoruz, çünkü ona ilişkin yüzlerce araştırma var. Hangisini açsak onun nefsini terbiye amacıyla et yemediğini, dönemin lüksü sayılacak keteni asla kullanmadığını görürüz. Kilise adına kontrol ettiği dünya kadar paraya dokunmadığına da. Yani imani yapıp etmeler açısından Erçakmak da Torquemada da ortak özelliklere sahipler. İkisi de dinlerini, dinleri içinde ait oldukları mezhepleri, mezhepleri içinde tuttukları “tarik”leri severlerdi. Sevgi çemberlerini ne kadar daralttılarsa, çember dışında kalan sevilmeyen sayısını o kadar çoğalttılar. Yani, her ikisi de, sadece kendilerine ait olanı ya da kendilerinin ait olduklarını severlerdi. Kalplerini başka sevgilere kapatmayı becerebilmelerine yol açan, benim asla anlayamayacağım, pek bir tuhaf “nefis terbiyeleri” olduğu kesin her ikisinin de. İnanmış, iman etmiş kişi tutumu bu tür benzer özellikler gösterir. Çağ farkı olsa da.

İkisi arasındaki benzerlik bundan ibaret değil tabii ki. Madımak'ta hafızamıza kazılan görüntü malum. Her şeyden önce bir ateş vardı sahnede. Bir de o ateşin ya alevinden ya da dumanından boğulup ölen 37 kişi tabii ki. Torquemada, Madımak yangını sırasında Sivas'da olsaydı, Aziz Nesin'in yanında Cafer Erçakmak'la birlikte onu da görebilirdik kesinlikle. Her ne kadar kendisi bir müslüman olsa da, islami cezalandırmada yakarak öldürme yoksa da, Erçakmak'ı da, on üçüncü yüzyılda, ateşe verilmiş odun yığınlarının üstünde yanıp tutuşan Hıristiyan'ın yanı başında görürdük Torquemada'yla birlikte. İkisi de ateşi severlerdi çünkü. İkisi de, yakarak öldürmenin ne kadar korkunç olduğunu, hiçbir canlının o şekilde ölmeye layık olmadığını anlayacak duyarlılığa da sahip değillerdi. Din sevgisinin yakarak öldürmeyi bile normal gösterdiği hastalıklı şahsiyetlerdi bunlar.

Kelime, yani Engizisyon, talihsiz bir sözcük. Anlamı, “derinleştirmesine araştırma” demek aslında. Bugün sadece yakarak öldürme'nin karşılığı olarak kullanıyoruz neredeyse. İşte bu Torquemada denen uğursuz, Hristiyan aleminin görüp görebileceği en vahşi, en alçak, en kan içici bu şahsiyet, Engizisyon'un baş uygulayıcısı idi. Hristiyanlık kurallarına, hristiyan yoksulunu engizisyona götürecek onlarca suç eklemiş bir uğursuzdu yani. Sekiz binden fazla adam yakmıştır. Onları yakarken, dininin, mezhebinin, tarikatının emrettiğini yaptığına inanmıştı hep.

Benzetme insafsız olabilir, çünkü Erçakmak topu topu 37 kişinin yakılmasına karışmıştı, doğru. Ama Madımak sekiz bin Aleviyi alabilseydi eminim yakardı. O, “hadi kışkırın” dercesine kalabalığı harekete geçiren elleri yöneten kin yaptırırdı bunu.

Ateş adamlarıydı bunlar. İyi de, bunların hiç mi serçe parmakları olsun küçük bir alevle karşılaşmadı? Erçakmak, kazayla da olsa hiç mi kolunu hafifçe yakmadı? Torquemada'nın taş zeminli kilisede yanan şömineden, çıplak ayağına hiç mi küçük bir kıvılcım sıçramadı? Hep merak etmişimdir.

Peki nasıl bir ölümdür bunların ki? Bu kadar mı benzerlik olur? Erçakmak, tamam korundu falan ama, öldüğünde olsun, açık seçik, hak etmiş bir imanlı olarak, toprağa verilemedi. Anlatılanlara göre bir kadın adıyla yapılmıştı ölüm kaydı, gizlice gömülsün diye. Torquemada, çekildiği manastırında, damla hastalığıyla boğuşa boğuşa üstelik, kimsesizlik içinde öldü.

Tek dostları ateşti bunların.

İnandıkları öte dünyada herhalde bu dostları karşılayacaktır her ikisini de.

Öyle olması gerekmiyor sizce de?