Kağan

Yusuf Ziya Ortaç Babıali'nin ünlülerini anlattığı kitabında kaybettiği bir arkadaşının cenazesine gitmeyişini, “insan kendi tabutunun peşinden yürümez ki” cümleleriyle açıklar. Kimi arkadaşların ölümü, insanın kendi ölümüdür biraz da. Eğer tam da o gün Aksaray vilayetinde olmasaydım, kendi tabutumun arkasından yürüyormuş duygusuyla katılırdım Kağan’ın cenazesine. Çünkü ölen biraz da benim onunla birlikte.

Edebiyat fakültesinin karşı sokağında, pencereleri neredeyse kaldırım hizasına gelen ünlü öğrenci mekanı Huzur kıraathanesinin, yeşil örtülü masalarından birinde, omuzlarına kadar uzattığı saçlarıyla, incecik bedeniyle karşımda duruyordu gencecik Kağan. Çıkacak olan yeni bir dergiye ilişkin konuşuyoruz. Huzur’a da, Milliyet’teki mesaim biter bitmez koştuğum Yazarlar Kooperatifi’nin (YAZKO) haftalık gazetesi Somut’taki işlerimi bitirip gelmiştim. Kağan da Somut’ta yazmış mıydı hatırlamıyorum ama, o, başka arkadaşlarımıza dostluğumuzu anlatırken, Somut’u kastederek “aynı yerde başladık yazmaya” derdi hep. Somut’tan çok önce başka yerlerde kalem oynatmışlığım olsa da, Kağan’ı düzeltmez, bunu ortak geçmişimizin "milad"ı sayardım ben de onun gibi. O bildik rüzgarlar beni ülkemden başka yerlere sürüklediği ana kadar Kağan’la hep görüştük.

Seksenli yılların sonunda, o zamanlar ıssız mı ıssız bir yer olan Londra’daki Green Lanes caddesi üzerinde, geceleri çalıştığım Hürriyet ofisinin penceresinden dışarıyı boş gözlerle seyrettiğim bir akşam, büronun önünden hızlı adımlarla geçip giden zayıf, uzun boylu adamın peşinden Kağan diye bağırdığımı, onun da başını çevirir çevirmez adımı söyleyip bana sarıldığını anımsıyorum şimdi acı acı. Her nereye gidiyorsa gitmekten vazgeçip, geç saatlere kadar oturup konuştuğumuzu da. Londra’daki sürekli yalnızlığımın ilk ortağı asırlık dostum Celal Sönmez, ikincisi de Kağan Güner’dir.

“Abidin Dino’nun belgeselini izledin mi akşam?” dedim Kağan’a. Neydi verdiği yanıt hatırlamıyorum ama, yaşamını Paris‘te sürdüren, orada da ölen Dino’nun, belgeseldeki, “ne işim var benim buralarda” hayıflanması da, Kağan’ın, bu cümleye bağlı olarak, “aman buralarda ölmeyelim” temennisi de burkmuştur yüreğimi. Bunu hep duyumsadık biz nedense. Sevdiklerimizden uzaklık fena koymuş demek ki ruhumuza. O bir sanatçı olarak altında yaşadığı gökkubbeye yıldızlar asacak kadar yetenekliydi oysa. Ona her yerde yer vardı. UNICEF sanatçısı ünvanlı biri olarak her yeri kendisine “vatan” kılabilirdi. Masklar yapan, çocuk kitapları resimleyen, bir yandan teorik yazılar yazan, öte yandan, asla benimsemediğim politik çizgisine uygun çalışmalar sürdüren çalışkan bir karıncaydı o. Bir gece Stoke Nevington’daki evinin sokağa bakan odasında, yazmaya başladığı romanından bölümler okumuştu bana. Sonra ne oldu o roman bilmiyorum. Engels’in de katıldığı bir toplantıda, Türkiyeli bir devrimcinin de yer aldığının belirtildiği bir makaleden söz etmişti bana. Makalede adı “bir Türk demokratı” olarak geçen kişi bir de türkü okumuş meğer. Adamı bulamasak da okuduğu türküyü bulalım demiştik. Bulamadık tabii. “Canımız sağolsun” dedim Kağan’a Gorki’yi hatırlatarak. Gorki, Ana adlı romanındaki kahramanına, “her kalp kendi türküsünü söyler” dedirtmiştir çünkü. Bizim “demokrat”ın da “kendi kalbinin türküsü”nü söylediğini varsaymıştık Kağan’la. İlk kitabımda vardır bunun öyküsü.

Dargındık bir ara. Bir süre aralarında olduğu, daha sonra kendisine de saldıran, aşağılık, soysuz bir iki tipin hakaretleriyle karşılaştığımda, yanımda olmasını beklediğim Kağan, tavrıyla kırmıştı beni. Gençliğimden, o ana kadar manevi olarak beraberimde getirdiğim tek kişi oydu Londra’da oysa. İncinmiştim. Hala sakladığım yazışmalarımızda onun da bundan üzüntü duyduğunu belirtmesine rağmen, kırgındım işte. Kırgınlık da dostluğa dahildir.

Aynı zamanda “barışma” anlamına gelecek olan karşılaşmamız çok yenidir. Hayatına kıyarak bizleri sonsuz acılar içinde bırakan can arkadaşım Recep’in cenaze töreninde yanıma gelerek “başın sağolsun Kemalciğim” deyişine verdiğim karşılık, “sen sağol Kağancığım” olmuştu elbette. Yerine gelmeyen binlerce dileğimden biri de bu olacakmış demek ki. Dileklerinin hep yüzüstü bıraktığı bir insan olmak ne kadar kötü.

Ağabeyimi kaybettiğimde sımsıcak bir başsağlığı mesajı yolladı bana. Çok değil, ağabeyimden dört ay sonra yitirdiğim annem için mesaj yollamayışı, kendi derdiyle uğraşmasındanmış demek ki. “Hasta” dediler. “Nedir?” dedim, söylendi ne olduğu. İçinde “Yeneceksin Kağancığım, biliyorum” cümlesi de geçen bir mesaj yolladım. Teşekkür mesajını geciktirmedi.

Ortak dostumuz Semra Eren-Nijhar, bir İstanbul buluşmamızda, merakla sorduğum durumu için, “bir tarafında yok olan habis tümör bir başka yerde nüksediyor” demişti. İç sızlaması nedir, o gün anladım. Kağan’ın hayatını kaybettiğini bildiğini sonradan öğrendiğim bir başka dostumun, “Kağan’dan haberin var mı?” diye sorduğu mailini, herhalde hastalığını bilmiyor diye düşündüğüm için, “evet var, iyileşecek” diye cevapladım. O da faciayı bilmediğimi anladığından olsa gerek, nasılsa duyarım diye düşündüğünden, yazmadı o akşam bir şey. Ertesi gün, bir haber için gittiğim Aksaray’daki otel odasında, bir başka arkadaşımın mesajıyla öğrendim Kağan’ı kaybettiğimizi. Ayıp değil, saklayamam, sabaha kadar ağladım. Arkadaşım Ufuk Uyanık’tan duyduğum ayrıntılar ise büsbütün kahrediciydi. “Bu halde ancak altı ay yaşarsın, ameliyatta ise binde bir umut var” dendiğinde, “binde bir de olsa umut varsa olurum” dediği ameliyattan sağ çıkamamış meğer. Bütün hayatı boyunca sadece kendisi için değil, başkası için de “umut” peşinde koşan birine uygun bir ölüm bu. Ama olmasaydı keşke.

Yıllar yıllar sonra Kağan’la bir zamanlar birlikte nefes aldığımız İstanbul’umdayım şimdi. Tüm ölümlerin bana düşündürttüğü şudur: İnsan, tam bir varlık değilmiş meğer. Sürekli eksilen yaratıklar olduğumuzu “dost“ kaybedince anlıyoruz. Bir dost’un insanlığımızın parçası oluşu, kaybından duyduğumuz acıyı ruhumuzda hissetmemizden belli.

Kağan'ın ölümü, bedenimden parça koparılmış gibi acıtmıştır canımı. Kendi parçalarını özleyen bir başka canlı var mıdır insan gibi?

Nurlar içinde yat Kağancığım.