Bir kez daha

Çok zor. Böyle bir atmosferde aklın değil, duygunun dili egemen olur her zaman. Çok zor olan dediğim bu. Duygulanmanın çok kolay bir ruh dalgalanması olduğu akılda tutulursa, bu dalgalanma içindeki kalabalıklara her şeyi yaptırabilmenin mümkün olduğu da anlaşılabilir. Duyulan acı, acısından ötürü kendisini haklı gören bireyde, acısının kaynağı olduğuna inandığı kesimlere yönelik ciddi bir silaha dönüşebilir. Her bireyin patlamaya hazır bomba olması işten bile değildir işte bu yüzden. O nedenle ilk yapılacak iş, “acı”yı kaşımamaktır. Zafer çığlıkları atarken de işin insani boyutu hesaba katılmalı, “Vur Memedim” de dememeli, “vur gerillam” da. Davanın, mezarlıktan geçen yolu artık değişmelidir. Önemli bir belirleme değildir bu yaptığım elbette ama belirtilmesi gereken en önemli noktanın bu olduğu kanısındayım. O nedenle bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyorum.

Şimdi asıl meseleye geleyim. Öyle puslu bir ortam var ki ülkede, söylediğiniz her laf birilerinin komplo teorilerine hizmet edebilir. Kendi adıma öyle bir durumdayım örneğin. Şu son PKK saldırılarına ilişkin görüşümü alan TVNET kanalına işin içinde Suriye’nin de, en azından lojistik anlamda, verdiği destekle bulunmuş olabileceğini söyledim. Bunu belirtmekle sanki Türkiye’nin son zamanlarda, ABD’nin çıkarlarının gönüllü savunucusu olarak adı geçen ülkeye çullanmasına haklılık vermiş gibi de oldum bir an. Oysa, televizyondaki yorumumda bunun altını dikkatlice çizerek “eğer bu saldırıda parmağı varsa, haksız mıdır Suriye?” diye de sordum. Olana bitene tabii ki hak verdiğimden değil, bunca yıllık komşunuzun içişlerine, hem de üstten bakan bir tavırla burnunuzu sokuyorsanız, onun da sizin en yumuşak karnınıza dokunmasına itiraz etmeyeceksiniz anlamında dile getirdim. Konu benim açımdan bu kadar basittir çünkü.

Oysa bir kaç gündür İngiliz gazeteleri, İran ile Suriye’nin Türkiye’de iç karışıklıklara yol açacak girişimlerde bulunduklarını yazıp duruyor. Aynı iddiayı dile getirmiş olmakla beraber tabii ki benim bunu söylemekten kastım, Suriye’yi, eğer işin içinde varsa, bu tutuma zorlayanın Erdoğan hükümeti olduğunu belirtmekti. İngiliz medyasının (tüm batı medyası gibi) Türkiye’nin, komşularıyla arasını açmak için her türlü çabayı gösterdiğine inanmış biri olarak, Suriye konusunda aynı belirlemede bulunmam gerekçeleri farklı bir “fikir beraberliği”ne yol açmıştır. Böyle bir ülkedeyiz işte. Ettiğiniz her laf, yaptığınız her yorum gidip birisinin komplo çizelgesinde yer alabilir.

Ortadoğu’nun emperyal güçlerce, o güçlerin Ortadoğu’lu uğursuz yandaşlarıyla da, yeniden “düzenlenmesinde”, sanki kendi sınırlarında da oynamalar olmayacakmışcasına rol üstlenmiş olan Türkiye’nin tehlikeli bir kısır döngüye girdiği doğrudur. Sadece PKK ile değil, komşuluk ilişkilerini ille de bozmak için uğraştığı Suriye ile İran’la da savaşmak zorundadır artık. Türkiye’nin yanında ne ABD ne de AB yoktur. Olmalı anlamında söylemiyorum, Türkiye’nin bunların kışkırtmasıyla mahallede dayılık yapıp orta bırakılmışlığını hatırlatmak için belirtiyorum bunu.

Artık iyice inanıyorum ki Erdoğan hükümeti, “one minute”le durdurduğunu söylediği İsrail’in işine gelecek işler yapmaktadır. İran ile Suriye’nin batının hedefi haline gelmiş/getirilmiş olmasından en çok İsrail memnun kalacak. Şu dillerden düşmeyen İslam Birliği gibi oluşumların okşayıcı palavralar olduğu herhalde anlaşılmış olmalıdır. Yine çok önem verdiğimden değil ama çok sık dile getirenlere, söylediklerini unutmadığımızı bilmeleri babından hatırlatıyorum bunu. Ben inanmadım hiçbir zaman ama İslam Kardeşliği’yle meseleyi çözeceğini söyleyenlere bunu hep hatırlatmak zorundayız. Ne kardeşliği? Para, dolar kardeşliğidir bunların kardeşlikten anladığı. Haksızlık etmeyeyim, Erdoğan’ın aklına şu “islam kardeşliği” Kürt meselesi söz konusu olduğunda geliveriyor sadece.

“Benim müslüman Kürt kardeşim de PKK’ya karşı mücadele etmeli” çağrısını unutmadık tabii. Bu, PKK’ya karşı Hizbullah’ı göreve çağırmaktır. Direnmesi beklenen “müslüman kardeş” camiisine gidip gelen dindar değil herhalde.

Karşılıklı olarak dökülen kanın haddi hesabı yok. Ülke şimdi tam anlamıyla barut fıçısına dönmüş bulunuyor. Ama Türkiye’nin, kendini lider ülke olmaya fena halde inandırdığı için olsa gerek, gözü, (maalesef parmağı da) Suriye’de. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi Ortadoğu coğrafyasında Amerikan kovboyu olmaktan vazgeçmelidir.

Çok mu hayalci? Çok mu sorunun çözümünün etrafında dolaşıyor da öze giremiyor? Çok mu naiflik olur söylemek? Artık zamanı geçti mi yoksa yeniden yeniden tekrarlamanın? Hepsinin yanıtı “evet” olabilir bu soruların. Ama ne olursa olsun yine de artık sadece “barışın dili” egemen olmalıdır. Özellikle ülkemizde. Türk ile Kürd’ün eşit haklara sahip oldukları, demokratik bir emek cumhuriyeti yaratmak mümkün. Bunu, milliyetçilikler değil, sosyalist bir anlayış başarabilir ancak. İlk adım da intikamcı duyguları bir kenara bırakmakla atılabilir.

Geç kalınmışlık yok çünkü. Barış, en çok, silahların patladığı zaman ne kadar önemli olduğu kavranılabilecek müthiş bir armağandır. Bazen dibe vurmak, zirveye hızla çıkmaya da yol açabilir. Artık gidilecek bir yol yok. Ölenlerin sayısının artması artık son noktadır.

Tüm emperyal girişimleri tersine çevirebilecek kararlılığa sahip olmak, acı’yı, haklılığa gerekçe yapmanın yanlışlığını vurgulamak sosyalistlerin işidir.
Dilerinde barış olmayanların dilleri tutulsun.