Yaşam ve müzik dinleme formatları 3: CD’ler

O küçücük lanet plastik kutuyu ilk kez Kent Elektronik firmasının o vakitler pazarlama müdürlüğünü yapan Afşin Akın’ın elinde gördüğümde, bilinçaltım itiraz etmemi istedi. Plaklara aşırı düşkünlüğümden kaynaklanan bir önyargı mı acaba? Sevemedim işte alttan alta beni huzursuz eden şeyi tarif etmekte güçlük çeksem de, pek öyle ayak diremenin mümkün olmadığı çılgınca bir değişim rüzgârı esiyordu sanattan siyasete, insanlık ilişkilerinden teknolojiye. “Bak artık müzik dünyasının geleceği bu, compact disc bunun adı” demişti, 130 mm çapında (yani plaklara göre hayli minyatür) UFO’ya benzeyen parlak cismi sallayarak.

Derken lüks mağazaların vitrinlerinde, high-end dükkânların raflarında, Avrupa’dan bir şeyler getirme gücüne sahip varlıklı tanıdıkların ellerinde giderek artan bir şekilde rastlar oldum ona. Biz bu kadar sıklıkla karşılaştıkça plakların azalmaya başladığını fark ettim ağır ağır. Ücra köşelere kaldırılan kaset ve plakların üzerini toz değil hüzün kaplamaya başlamıştı sanki.

O günlerde koca bir toplum, kolaya, kolaycılığa, köşe dönmeciliğe, hızlı tüketime alıştırılırken, pek moda olan Yuppie zihniyetinin müzik dünyasındaki izdüşümüydü CD’ler. Bu küçük oyuncağın üstünlüğünü sağda solda plakları-elden-çıkardım-cd’ye-geçtim nakaratıyla bir kullanıcı olarak savunmak ise, Özal sonrası modern hayata ayak uydurmanın gösterişiydi.

***

15 gramdı, kolay taşınıyordu, ayrıca (ki sonradan 80 oldu) 74 dakika müzik barındırabiliyordu. Sesinin de daha iyi olduğunu savunanlara karşı o zamanlar fazla kanıtımız yoktu analog ile dijital arasındaki farkı anlatabilecek terminoloji ve bilinç eksikliği bir yandan, CD’nin dayanılmaz şehveti karşısındaki ezikliğimiz öte yandan. En fazla sayfalarının küçüklüğü nedeniyle okumakta, resimlerini seyretmekte güçlük çektiğimizi, plaktaki aynı hazzı alamadığımızı söyleyip duruyorduk ki, haksız da sayılmayız değil mi? Hele bir de plaktaki kıllığını CD’ye taşıyarak, onları elletmeyen ya da eline vermeden önce seni lavaboya gönderen o soğuk arşiv fetişistleri yok mu? Önceleri bu şiddetli akıntıya karşı kuvvetle kürek çekemesem de, içimdeki şeytanın avukatı kıllanmıştı bir kere.

Doksanlı yıllar ise plaklar için tam bir kara delik artık albümler sadece CD formatında basılıyordu. En son 1992 yılında Yeşilköy’deki son plak fabrikasının çorap imalathanesine dönüştürüldüğünü öğrenince, böylece ana akımlara alerjili bir tip olarak CD’lerle aramdaki kan davası resmen başlamış oldu. CD ile mecburi münasebetim, öncelikle plağı basılmayan yeni albümleri dinleme zevkinden mahrum kalmak istememekten, sonra da sektörde bir profesyonel olarak bulunmamdan kaynaklandı.

***

Bu endüstriyel format değişikliği, (üretimden hamaliyeye) çok olanak sağlamış, plağa göre daha düşük maliyeti yüzünden sektörün büyümesinde de dev adımların atılmasına neden olmuştu, ama bir koşulla bunun mutlak bir faturası vardı ve bu fatura zannedilenin çok daha ötesinde sinsiceydi, kabarıktı. Ki bunu o zamanlardan görmek pek olanaklı değildi.

Stüdyo İmge’nin editörlüğünü yaptığımda, ya bir kez dinlediğim ya da bazılarını yarısında çıkarıp kenara koyduğum (özellikle Topkapı Müzik direktörleri Fatih Yıldız ile Burak Erdem’in verdiği) kasetleri önce ortalarına kalem sokup çevirerek başa almış, ardından büyükçe bir kolinin içinde toplayarak jelatin makinesinden geçirilip satışa konsun diye Mephisto’nun yoluna düşmüştüm. Dönüşte elime tutuşturulan parayla Sirkeci’ye uğradım benim de bir CD çalarım vardı artık, en ucuzundan olsa da. Tek tesellim, yığınla kötü kasetten kurtulmuştum, özellikle de Michael Bolton’lardan, Chris DeBurg’lerden ve günün modası ağlak world müzik popçularından, ama plaklardan bir tanesini bile evden göndermeye niyetim yoktu. Eşin dostun evinden sahaflara taşınarak elden çıkarılmış ikinci el plakları çocukluğumun sararmış fotoğraflarına bakarcasına seyrediyordum.

***

Piyasada satış rakamlarının tavan yaptığı günlerde müzik dükkânlarında raf ölçüleri hızla değişiyor kontrplakları çürüyerek kalkmış köhne sunta dolaplar yerini parlak metalik raflara bırakıyordu. Akmar’ın günışığı girmeyen koridorlarıyla tanışarak Zihni Müzik’te tezgâh arkasında kolları sıvadığımda, gırtlağıma kadar CD’ye batmıştım.

Akmar ve çevresinde değişim rüzgârları hızlı esiyordu. Laterna Bülent çoktan dükkânı Zihni’ye devrederek güneye kaçmış bisikletçiliğe başlamış, sokak tezgâhları dükkanlaşırken PTT’nin önündeki tatlı sayko efsane Olcay sırra kadem basmış, Pentagram Hakan döğmecilikten profesyonel müzisyenliğe terfi ermiş, Apaçi Ayhan’ın Kraut-Rock teknesi metalin genç türevlerine yelken açmıştı. Hammer sıradan bir müzik dükkânından çıkarak yaptığı ithalatlarla metal mabedine dönmüş, Çağlan Tekil Laneth sonrasında pasajı terk etmeye hazırlanırken, aradaki duvarları indirerek üç dükkânı birleştiren Kafe Villa, tüm alternatif camianın kalbinin attığı yerlerden biri olmuştu. Evet, bir dönemin bittiğine ve yenisinin açıldığına delaletti tüm bunlar.

***

Espri anlayışlarımız bile değişmişti bol İngilizceli dünyamızda eski kuşak bir muzip meslek erbabı olarak Zihni, camekânına ilanı okunduğu gibi yazmayı tercih ediyordu. Birlikte yaşamaya adapte olmuştuk CD’lerle karı kocaydık artık. Yeni kuşakların sabır sürelerinin kısalmasına, artık tuğla kalınlığında kitapları okuyacak tahammüllerinin bulunmamasına, fasiküllerce uzayan makalelerin sonuna kadar dayanacak mecallerinin olmamasına karşın gelin görün ki plağın 40 dakikalık albüm standardı, CD’lerin dünyayı istilasının ardından iki katına çıkmıştı. Bu tükettikçe iştahlanan oburluğun müzikteki ilk sonucuydu. Roland Barthes, bu parodiyi şöyle açıklıyor: “Duymak psikolojik bir fenomendir, dinlemek ise psikolojik bir deneyim ve hareket”. Yani bunun geçmiş veya şimdiki müzikal yapı farklılığı ile bir alakası yok. Bu algılamadaki farkla ilgili bir odak ki, bunun tek adı tüketmek idi.

Nereden bilecektik günceli yaşayanın ve sadece onu tüketenin erkenden öleceğini? Bir zamanlar hurda muamelesi gören plaklar yerini aynı statü için şimdi CD’lere bıraktı. Kaybetmeden sahip olduğumuz güzelliklerin değerini bilemediğimiz bir kez daha ortaya çıktı plaklarla. Onların 20 yıl sonraki dönüşü, internetteki ücretsiz paylaşımın, kopyalamanın getirdiği bir krizle örtüştü. CD’lerin hikâyesini bir Beat atasözünden özetle, tersinden benzetecek olursak: Kürkten Paçavraya…

[email protected]