Tutkularının efendisi

SHP’li Murat Karayalçın dönemi. Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Kent Orkestrası’na saksofoncu olarak çağrılıyor. Ancak hemen öyle peşinen heveslenme, memur kadrosunda yer açamıyoruz, o yüzden mevsimlik işçi statüsü ile çalışacaksın diyerekten. Mevsimlik işçi dediğin bildiğin şehir ırgatlığı, gerçi istedikleri anda -yukarıdan talimatla gelen bir torpilli olduğu zaman- kadro açmayı pekâlâ biliyorlar ya.

Her neyse, derken 1994 seçimlerini Refah Partili Melih Gökçek kazanıyor, ama değişen hiçbir şey olmuyor; sadece bir partinin yandaşlarının yerine diğerininki geliyor. İlgili memura neden herkes gibi kömür parası alamadığını sorunca tersleniyor bizim saksofoncu ve müteakip günlerde Kent Orkestrası’ndan Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne sürülüyor.

Gençlik Parkı’nın belediyeye ait Kültür Sitesi’nde çalışacak insan ihtiyacı taş çatlasa 10 kişi, gelin görün ki 150’ye yakın insan barındırılıyor, kadrolaşma uğruna. Çoğu işe gelmiyor zaten, gelenler de imzasını attıktan sonra en fazla bir çay içiyor, sonra gazlıyor.

15 gün boyunca parkı ve Feyzi Çakmak Bulvarı üzerindeki refüjlerin çimlerini suluyor bizim saksofoncu; üzerinde dizine kadar çıkan plastik botları, bir işçi tulumu ve elinde üzerine zimmetli bir yılan gibi yanına çöreklenmiş 50 metrelik bir hortumla. Bir yandan da her fırsatta ilgili kişilere soruyor:

- Yahu bu işte bir yanlışlık yok mu sizce? Ben müzisyenim.

- Yok kardeşim, işine bak ve sula.

Bakıyor olacak gibi değil, çareyi zehir zemberek bir dilekçede buluyor, ama tık yok. Belli ki istifaya zorlanıyor; henüz sanatın içine tükürmemiş, ama orkestrayı dağıtıp yerine mehteran bölüğü kurmak için yanıp tutuşan yeni başkanın adamları sabırsızlık içinde kadro beklediği için.

İstifa mektubunu müdürünün masasına bıraktığı gibi soluğu parkın işlek caddeye açılan demir kapısının önünde alıyor. İlk işi Dr. Stress’in (Nedim Saban) televizyon programına çıkarak olanları anlatmak oluyor. Peki işe yarıyor mu? Elbette, ama şu konuda; bunun ardından belediye başkanı bir personel genelgesi yayınlıyor ve çalışanların yönetimden izin almadan medyaya konuşmasını yasaklıyor. Neticede ikisi de boruydu, ama ilk şöhreti saksofonuyla değil bahçe hortumuyla yakalamıştı Yahya Dai.

***

Benzer bir kepazeliği bundan bir önceki işinde ziyadesiyle yaşamamış mıydı sanki. Bir uçak fabrikası vardı, Mürted Askeri Hava Üssü içinde, İstanbul Otoyolu üzerinde, şehre 35 kilometre uzaklıkta. 14 ay çalıştı orada, 1991-92 yıllarında.

Kayınpederinin tavsiyesi üzerine girmişti. Teknisyenlik sınavını geçerek işe alındığında Asia Minor topluluğu ile çalıyordu.  Yeni başlayan kalabalığın içinde tek kalifiye eleman buydu: “şimdilik idare et, zamanla hem maaşı, hem de pozisyonu değiştireceğiz” demişler, ama hiçbir girişimde bulunmamışlardı. Yanı sıra İngilizcesi vardı, diğerlerinde -hatta yöneticilerinde bile- bulunmayan.

Şefinin gözüne batıyordu çalışkanlığı ve bilgisi. Üstelik merkezdeki İtalyanlar’a destek görevi kendisine verilmişti, yabancı dili münasebetiyle. Ayrıca Teksas Üniversitesi’nin TAI için açtığı İngilizce sınavını kazanması iyice hedef tahtasına konmasına yol açmıştı. Özellikle de “niye giriyorsun ki kazanamazsın” diyen şefinin gözünde.

Asia Minor konseri için bir hafta sonu ihtiyacı olan izni alamadı ve istifayı bastı. Zaten bu işte çalışırken eli sertleşmiş, soloları körelmişti. Çok sevdiği halde uzaklaşmak zorunda kalmıştı teknisyenlikten, kifayetsiz muhteris idarecilerinin yüzünden ve bir de tabii müzik uğruna.

1994 ile 1998 arasında Asia Minor dâhil, Yeni Türkü’den Acid Trippin’e sayısız yerde çaldı Yahya, doya doya. Artık çalgısında istediği seviyeye ağır ağır çıkıyordu, kendine güveni de gelmişti bir müzisyen olarak. Tek sorunu şuydu: Ankara-İstanbul arasında mekik dokuyordu konserler ve kayıtlar nedeniyle. Nihayet çareyi İstanbul’a yerleşmekte buldu, 1998 yılında.

Bu arada en uzun süreli çaldığı yerdi Asia Minor. 1990 yılında kurulan topluluk 2003 yılına kadar ayakta kalmayı başarmıştı. Demek ki hayat onları geç fark etmişti, yoksa iyi olan bir şeyin bu kadar uzun yaşamasına kati surette izin vermezdi.

***

Hep sorulurdu soyadının anlamı. Gaziantep’in birkaç köklü ailesinden biri olan Dai’lerin soyadı, dine davet eden anlamına geliyor. Anlamına aldanmayın, tutucu bir aile değillerdi. Gerçi babası Yahya dört yaşındayken evi terk ettiği için Devlet Opera ve Bale Orkestrası’nda arp sanatçısı anne tarafının adabıyla eğitilmişti ya tamamen. Üvey baba eğitimli bir adamdı. Kafkas kökenli dede ise Abidin Elderoğlu da soyut Türk resminin önde gelen isimlerindendi.

Hayatı boyunca peşinden koşacağı tutkuları (baba figürünün yokluğu dâhil) içindeki tüm boşlukları doldurmaya bu yıllarda başlamıştı Yahya’nın.

Çocukluğunun beş yılı dedesinin evinde geçmiş. Bol bol klasik müzik dinlemiş onun atölyeye çevrilmiş huzur dolu küçücük salonunda; tiner, terebentin ve yağlıboya kokuları eşliğinde. 11 yaşında blok flüt çalarak başlamış müziğe. 14 yaşındayken Parrot marka Çin malı uyduruk bir alto saksofona sahip olmuş. Üvey babadan gizli gizli alınmış bu saksofon. Anneannesinin evinde çalışabiliyormuş sadece. Aradaki mesafeyi bisikletiyle almadan önce hep aynı yalanı sıkıyormuş eve: “arkadaşlara gidiyorum.”

1987 yılında askere gittiğinde öğrenmişti gerçeği üvey babası. Acemi birliğinde müzisyen olarak seçilen Yahya’ya komutanı askeriyede çalgı olmadığını kendi çalgısını getirmesini söylediğinde, cebinde tek jeton varmış. Telefon kulübesine dua ederek gitmiş, inşallah telefona annem çıkar diyerek. Duaları kabul olmamış, kekeleye kekeleye “saksofonumu buraya gönderir misiniz” diyene kadar kontur bitmiş, ama sonuç korktuğu gibi olmamış. Kösteklemenin kimseye faydası dokunmayacağını anlayan zeki üvey babası, terhisi nedeniyle iki tane saksofon hediye etmiş.

***

Toplam altı yılın sonunda Ankara Motor Meslek Lisesi ve Akdeniz Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Motor Bölümünden mezun. Yani anlayacağınız diplomalı motor teknisyeni. İlk motoru bir Peugeot marka bir mopet; hani şu halk arasında pırpır dediklerinden.

1979-81 arasında Ankara MTA bisiklet takımında lisanlı yarışçı. Ceman dört yarışa katılmış, sonuncusunda da birinci gelebilecekken, takım kaptanının “benim federasyonda artık bir etkim kalmadı, ama sen daha çok yarışırsın” türünden ricası üzerine ikincilik madalyasına razı olmuş. 

Müziğe eşdeğer midir tartışılır, ama giderek artan bu bisiklet aşkının motordan daha fazla olduğu kesin Yahya için. Motor ise daha ziyade gereklilik; en azından şu an altındaki Suzuki Burgman 650 ile konsere giderken tüm ekipmanı taşıyabilmesi bile büyük kolaylık. 

Başında bir de mekanik tutkusu var; oradan kalma bir model araba sevdası. Koleksiyonu, özellikle de -ölçekleri 1/87 ile 1/64 arasında değişen- Match Box’ları; 12 yaşında bıraktığı bu koleksiyonu daha sonra internetten teker teker toplamış, şimdi birkaç yüz arabası var.

1974 yılında üretimi biten Citroen DS-21 ya da 23’lerin yeri ayrı… Aslında hepsi Yahya’nın içinde bugüne kadar kirletmeden yaşatmayı becerebildiği saf çocuğun oyuncakları.

Çalgıları ise say say bitmiyor: beş saksofon, dört elektrik nefesli midi çalgı (EWI), beş blok flüt, bir yan flüt...

***

Birlikte çaldığı müzisyenleri sayarken ustaları değil, gençleri önemsiyor Yahya. Gözünü yukarı değil, aşağı dikiyor. Bir halk adamı olduğunu, mütevazılığını, bulunduğu hiçbir ortamda unutmuyor. Caz müzisyenleri arasında işçi sınıfı temsilcisi görünüyor. Sadece idealleri uğruna müzik yapanlar onun gerçek dostları. İyi niyet bayrağı hiç düşmüyor, insan ayrımı yapmaksızın uzanan elinden.

Nihayet bir gün canına tak ediyor; müzisyenin çalışma şartlarına ve içinde yaşadığı topluma, onun sanatı kendinden menkul bireylerine dair bir bildirge kaleme alıyor ve “Müzisyen Dostlarıma Deklarasyonum” başlığı altında yayınlıyor. Aslında ana mesele kolektif bilincin ve özellikle de camiada vefa duygusunun yokluğudur. Caz camiasının yaşadığımız vahşi düzenden bağımsız olmadığının, sömürücü düzenin küçük bir özeti olduğunun göstergesidir.   

Sigortasızlıktan takdir edilmemeye, çoğunlukla yol masrafını bile karşılamayan kapı paralarından, sanatçının içkisinden para almaya yeltenen pavyoncu kılıklı mekâncılara kadar sayısız soruna değinir.  

Ses düzeninden daha ucuza çalan müzisyenlerden bireysel davranışlarıyla sadece kendini kurtarmaya çalışan oportünistlere; sayısız tip üstü kapalı da olsa yerini alır bu bildirgede.

Bunların hiçbirine dâhil olmamaya özen göstererek yaşamaya çalışıyor Yahya. Bırakın sanatçı diye iş verdiğiniz adama eline tutuşturulan hortumla bahçe sulatmayı, hayat boyu geçim kaygısıyla yaşatmayı bir kenara. Sadece ilk albümünü 2011 yılında 47 yaşındayken çıkarması bile bu eğri düzenin piyasacı olmayan bir müzisyeni nereye yerleştirdiğinin basit bir örneği değil mi?

 

Murat Beşer ([email protected])