Talking Heads CD’li adam

Doksanlı yıllara yeni adım atılmıştı. Etrafta kuvvetli “değişim rüzgârları” esiyordu. Müzik piyasasında da neredeyse her gün yeni bir zamazingo icat edilip piyasaya sürülüyor, cebinde parası olanların akılını başından alıyordu. Eskiye dair ne varsa, hemen o gün demode ilan ediliyor, tarihin çöplüğüne gönderiliyor, yeniye geçme konusunda önüne geçilemez bir heves yarışı hüküm sürüyordu.

Gülümseyerek uzattı ve “işte artık müzik sektörünün geleceği bu” dedi, EMI’da ürün müdürü olarak çalışan arkadaşım Afşin Akın. Elinde nazikçe tuttuğu şey, -ilk kez gördüğüm ve adına compact disc denilen formattaki- Talking Heads’in “Naked” albümüydü.

CD’lerin geleceği, üstün ses kalitesi, plakların ve kasetlerin pabucunun dama atılacağı konusundaki o hepimizin iyi bildiği ilk söylevi ondan duymuştum. 

Güvenilir kaynaktı Afşin; ne de olsa sektördeki tüm önde gelen yerlerde çalışmış, yurt dışı yazışmalarını yapmış, dünyayı sıcağı sıcağına takip altına almış, geleni ve gitmekte olanı her daim ilk koklayanlardan olmuştu. 

Peki, ne olacaktı şimdi yıllarca yılanın deliğinde arayıp bulduğum, tırnaklarımla kazıyarak edindiğim -çoğu kez de edinemediğim- plaklar.

Bir an tereddüte düştüm. Dur hemen ümitsizliğe kapılma, çocukluğumuzda hepimiz Pollyanna diye birini tanımıştık. Birkaç dakika sonra silkelendim, içinde bulunduğumuz dünyayı bir romantik gibi görmeye çalıştım. Demek ki herkes evindeki plakları sepetleyecek, eskiciye, sahafa verecekti. Ne yani, şimdi yıllarca bırak bulmayı görmeyi bile başaramadığım o hayallerimi süsleyen plakları şıp diye buluverecek miyim, hem de olmayan paramın yettiği fiyatlara.

***

İlk görüşte samimiyetinizden şüphe duymadığınız, kanınızın kaynadığı, içinizin ısındığı, sanki 40 yıllık dostmuş gibi güvenle sohbet edeceğiniz biri Afşin.

Onun hakkındaki ilk intiba doğrudur. Helal süt emmiş, iyi yetiştirilmiş, aile terbiyesi almış düzgün bir adamdı Afşin. Teminatı konusunda örnek vermek gerekirse: anne-baba, her ikisi de edebiyat öğretmeni; Kabataş Erkek Lisesi’nde okurken eve yazdığı mektupları kırmızı kalemle düzeltip, hatalarını işaretleyip geri gönderirlermiş.  

Müzikle ilkokulda samimi olmuş, Alanya’nın en modern ailelerinden birinin komşusu ve kiracısı oldukları günlerde. Eve her hafta İstanbul’dan bir paket geliyor; içinde son çıkan plaklar ve Hayat, Ses ve Hey dergileri…

Bir yandan da mandolin ve klasik gitar dersleri alıyor, lise yıllarını koroda ve orkestrada geçiriyor. Ortaokulu birincilikle bitiren bu parlak oğlan, müzik belasına lisede 10 kırık birden getiriyor. Neyse ki anne-baba titiz olduğu kadar da çelebi; çocuğun durumu toparlayacağından eminler.

Öyle de oluyor, bir sonraki hamlede Marmara Üniversitesi A.E.F. Müzik Bölümü Gitar Anabilim Dalı’na giriyor; başvuruda bulunan 700 kişinin arasından seçilen 30 kişinin içinde üçüncü olarak. Dört yılda burada klasik gitar eğitimi alıyor.

***

Bir beste topluluğu kuruyorlar, 1984 yılında, adı Deşarj. Ritim gitarda bizimki, solo gitarda Melih Güzel, basta Cevdet Caner, davulda Gökhan Şahinoğlu, konuk müzisyen ise Fethi Taner. İlk konser kaçak çekilen elektrikle veriliyor, Kalamış Parkında. Dört konser süren ömürlerinden geriye bir albüme yetecek kadar stüdyo kaydı beste kalıyor, her ne kadar albüme dönüşmese de.

Merter’deki evlerindeki kiracıları karikatürist İsmail Gülgeç evi tahliye etme konusunda yıllarca direndiği için Üsküdar’da oturuyor bir müddet. Bu da onun şansı, her akşam feneri hayatını değiştirecek bir yerde, Tünay Akdeniz’in -bir kuşağı okul gibi yetiştirmiş- dükkânında söndürüyor.

Burada hatim ediyor gelen tüm yabancı müzik dergilerini. Müzik konusunda daha fazla şey yapmak, hatta başka kulvarlarına el atmak isterken, kendini önce Hey Dergisinin önünden geçerken buluyor. Sonra Hulusi Tunca’nın karşısında dergideki maddi hataları ona anlatırken. En sonunda da “Pazartesi gel başla” denmesinin ardından, henüz bıyıkları yeni terlemiş Kanat Atkaya ile 13 yaşındaki Tolga Akyıldız’ın karşısındaki masada.

Pek metalci sayılamayacağı halde, dergideki işbölümü sonucu bu tarzın ihalesi ona kalıyor. Tam 28 sayı Heavy-Metal ekini hazırlıyor burada. Derginin son sayısına, kapanışına kadar kadrodaki varlığını koruyor. Bu faaliyetiyle Laneth Dergisi’ne güzel bir örnek mi oluyor, ilham mı veriyor, onu Çağlan Tekil’e sormak lazım.  

***

Söylemeye gerek var mı, bilmiyorum. Müzikten gelen para harçlık tabi; asıl kazancını müzik öğretmenliği sayesinde sağlıyor; üç yıl boyunca sırasıyla Özel Dost Koleji, Önder Bali Müzik Merkezi ve Ada Müzik Merkezi’nde…

Dergi kapanınca askere gidiyor, 1990 yılında döndüğünde yeni maceralara atılmak için cesaretini topluyor. Metal Hammer dergisini Türkiye’de çıkarmak istediğini söylüyor, bir tanıdık vasıtasıyla Güneri Cıvaoğlu’na. Aynı gün “olur” cevabını, ertesi günde gerekli evrak ve pasaportu tutuşturuyorlar eline. Almanya’da gerçekleşen görüşme olumlu geçiyor. Ekip kuruluyor, hatta ilk sayının provası yapılıyor ki, hay aksi! Tam bu sırada Cıvaoğlu’na Show TV’den çok cazip bir teklif geliyor, her şeyi yüzüstü bırakıp gidiyor.

Tarihimize karasal kıtasal yayın yapan ilk özel radyo olarak geçen Genç Radyo’nun müzik direktörü oluyor, müteakip günlerde. Londra üzerinden yaptıkları 42 günlük kaçak yayın, hükümeti rahatsız edince, gereken izinler alınamıyor, hatta konuyla ilgili çıkmasına mutlak gözüyle bakılan yasa rafa kaldırılıyor.

Bir yandan da Cumhuriyet Gazetesi’ne Handan Şenköken’in şefliğindeki kültür-sanat sayfalarına müzik köşesi hazırlıyor. Her şey yolunda görünürken sözünü verdikleri telif ücreti bir türlü gelmek bilmiyor. Tam üç ay geride kalınca, Handan Hanım o sıralar yayın yönetmenliği koltuğunda oturan Hikmet Çetinkaya ile görüşmesini öneriyor. Birlikte çıkarlarken odasına, koridorda kalabalık bir ortamda karşılaşıyorlar. Handan hanımın fısıldayarak konuyu açması üzerine göz ucuyla süzerek bağırmaya başlıyor birden Hikmet Bey, milletin içinde: “kim ulan bu herif?” Afşin’in tepki vermemesi üzerine güvenliğe dönerek “atın bunu dışarı” diye gürlüyor.

Handan hanımın müteakip günlerde telefona çıkmaması üzerine, orada bulunanlar arasında (tek delikanlı adam oymuş ki) Cumhur Canbazoğlu’nun önerisiyle şikâyetçi olmak için bir dilekçe yazıyor Gazeteciler Cemiyeti’ne. Bir işlem başlatabilmemiz için iki tanık lazım diyorlar. O gün orada bulunan kalabalığın ortasında cereyan eden bu yüz kızartıcı olayın en az 10 tanığı varken, ne yazık ki Cumhur’dan başka hiç kimse yanaşmıyor buna.

İkinci tanık bulunamamış, yapanın yaptığı yanına kar kalmıştı. Olaydan bir süre sonra sadece bir iki satır Aptülika ile Kanat bahsediyor köşelerinde, hepsi o kadar… (*)

Sağa sola yazdığı müzik yazıları nedeniyle çevresi genişleyen genç adam, 1993 yılında EMI Müzik’te işe başlıyor, marketing ve promosyon müdürü olarak. Yerli popun patlamasına, korsan albümlerin basılmasına ve plak şirketleri arasındaki mafyatik sanatçı paylaşımı kavgalarına yaptığı tanıklıklar arasında geçiyor 2,5 yılı.

Belki de tek kârı yurt dışına taşarak genişleyen çevresi. Bir gün Simon LeBon ile Çeşme’de bira içiyor, sonra yine aynı yerde Peter Gabriel ile -köylülerin çamaşır astıkları ve kulis olarak kullanılan- bir bahçede sohbet ediyor.

***

Merdivenin bir üst basamağına çıkışı, Yonca Plak’tan Raks’a (yerli albümler basan Tempo Müzik’e) geçen Fatih Yıldız’ın teklifiyle gelmişti. Bir dünya devi olan Polygram’ın kataloğu Yonca’dan Raks’a geçince, ülkeye ithal edilecek ürünlere ve miktarlarına karar verecek Afşin gibi birine ihtiyaç duyulmuştu.

Metallica kasırgası esiyor, Grunge piyasayı sallıyor, Hip-hop önüne geçilemez bir biçimde yükseliyordu. Pazarda mainstream sıkıntısının, satış kaygısının yaşanmaması, onlara alternatif ürünlere yönelme lüksü sağlıyordu.

Cranberries’den Portishead’e, Rashid Taha’ya öyle isimler patlatmış, öyle yüksek bir satış grafiği yakalamışlardı ki, Türkiye’de müzik pazarı pastasında yabancı müziğin en kalın dilimi kestiği günlere imza attılar. Belki de gelmiş geçmiş en Avrupai firmaydı Raks, ta ki 1998 yılında şirkete sonradan yurtdışından gelen yabancı bir yöneticinin şahsi ihtirasları, hesapları ve yanlışlarının şirketi uçuruma sürüklemesine kadar.

Elleri titreye titreye London Earls Court sahnesinde Metallica’ya altın plak verdiği, iş hayatının en güzel günlerini geçirdiği bu firmadan yanına kalan en büyük kazanç, kısa bir süre sonra ortak olarak Aura Records adlı plak firmasını kuracakları dostlarını tanımış olmasıydı: Özlem Köseoğlu ile Sıtkı Sırtanadolu.

***

Aura etiketiyle çıkardıkları ilk albüm Tuna Ötenel’in “Vian Köpüğü” oldu. Derken ardından Roxy Müzik yarışması birincisi Cold House, ticari olup olmadığına bakmaksızın sadece kalitesine önem vererek çıkardıkları Fatih Erkoç, Nev, Habbecik, Aşkın Arsunan, Spin falan derken hatırlı bir kataloğa sahip olmuşlardı.

Sanatçılarıyla o kadar canı gönülden ilgileniyor, o kadar sahip çıkıyorlardı ki, neredeyse bir menajerden çok daha fazlasını veriyorlardı onlara, emek ve hizmet olarak. Her şey yolundayken geldi çattı püsküllü bela; korsan CD çıkmış, ara sokak tezgâhlarına kadar etrafı sarmış, yetmiyormuş gibi bir de internetten beleş indirmeler başlamıştı.

Yıllarca direndiler; altı yıl boyunca Alanya Caz Festivali’ni yaptılar, Fanta Müzik Festivali ve bir takım organizasyonlara, yarışmalara danışmanlıklar verdiler, kazandıkları paralarla albümler yaptılar. Bu zor dönemi bir telefon bitirdi.

Ahizenin diğer ucunda Kutlu Özmakinacı vardı: “ben bir rock grubu kurdum, şimdi solist arıyorum”. Hiç tereddüt etmeden Cemil’i (Demirbakan) tavsiye etti ona.

Aura’yı kapattılar, Afşin de artık bir menajerdi.

Yüksek Sadakat topluluğu ile 400’e yakın konser yaptı, yedi yıllık menajerlik hayatında. Evini, ailesini görmeden geçirdiği günler haftalar oldu, otel otel, şehir şehir, ülke ülke…

Sıfırdan yola çıkarak Eurovision’a kadar uzanan bu yükselişte, çekmediği sıkıntı ve ağız kokusu kalmadı. Pavyonculuktan devşirilmiş mekâncılarla, parayı çok geç bulmuş sonradan görmelerle, birdenbire büyümenin verdiği hazımsızlıkla şişen egolarla boğuştu. Dünkü çocukların, kadir kıymet bilmez vefasızların kaprislerini çekti, şımarıklıklarını hoş gördü.

Özel hayat diye bir şey kalmamıştı. Çok istediği halde çocuk sahibi olmayı unuttuğunu bile çok sonra fark etti. Kendini ihmal etti, sağlığını ihmal etti. Yedi yılın sonunda çıkan fiziki faturada, kalp damarları tıkanıklığı yazıyordu.

***

Nihayetinde hatasını anladı: işini aşırı duygusal bir biçimde yapıyor, onu hayatının merkezine yerleştiriyordu. Müziğin güzelliğiyle dolu duygularla yola çıkmış, ama ruhunu beslemeyi bir kenara itmek mecburiyetinde bırakılmıştı.

Bu sayfayı kapattığı gün çok uzun bir inzivaya ihtiyacı vardı. Kadıköy’e taşındı, canı sıkıldığı günlerde sadece (hatırlarsınız, hani şu heykeli dikilecek olan plakçı) kuzeni Salih’in dükkânına, Rainbow45’e uğramak için evden çıkıyordu.

Plakları gördükçe içi açılıyor, müziğe karşı yitirmek üzere olan aşkını sanki yeniden kazanıyor, ruhen tedavi oluyordu. Eski güzel günleri hatırlıyor, ikinci bahar yaşıyordu bu huzur dolu dükkânda.  

Şimdi bu dükkânın etiketi altında yaptıkları işlerle -ucuz kapak kartonu ve kalitesiz baskılarıyla, abuk sabuk hatalarıyla ünlü- yerli plak imajının namusunu kurtarıyor, bozuk sicilini onarıyor. Yerli plaklara daha önce basılmamış albümler hem katkıda bulunuyor, hem de bu işin kültürüne Avrupai bir boyut kazandırıyor Afşin, kuzeniyle birlikte…

----------------------------------------------------------------------------

(*) Bu yazıdan sonra gazeteden “maaşına zam, işine son” mesajı gelirse, en çok merak edeceğim şey, atmadan evvel yüzde kaç zam yapacakları olur. Zira beş yıldır telif almadan yazıyorum da…

Murat Beşer ([email protected])