Seramik Köpek havladı… Ne tuhaf!!!

Borusan Müzik Evi, izlenmeye değer, enteresan bir yer. Benim için 1875 yılında yapılan ve çok eski vakitlerde içinde köpek döğüşü yapıldığı söylenen bu binayı enteresan kılan şey, sadece Fransız işi mimarisi değil. Her katının ayrı bir sanat sepet işine özenle ayrılması da değil. Ancak balkonlu konser katında cereyan eden olaylar derseniz orada dururum…

Bu katta tuhaf işler oluyor. Nedir tuhaf olan diye soracak olursanız, tamamen müzikal meseleler…

İşin ticari kısmını rafa kaldırmış bir mekân burası sponsoru adından menkul. Olumlu manada diyebiliriz ki, tuzu kuru. İyi ki kuru, bu kuruluk tamamen müziğe yansımış. Eski pavyoncuların cirit attığı bir sektörde, ticari olmayan işlerin çevrilmesi tuhaf kaçıyor tabiatıyla. Ne güzel bir tuhaflık, bu tuhaflık…

Bu tuhaflıklardan biri geçenlerde Cuma akşamı (9 Kasım akşamıydı) vuku buldu New Jersey’li tuhaf (en azından mekânda dönen tuhaflıklar kadar güzel tuhaf) gitarcı Marc Ribot, tekinsiz projesi Ceramic Dog sıfatında çaldı. Elektrik gitarın Rönesans sanatçısının burada bulunma münasebeti, yeni bir albüm yolunda çıkılan Avrupa turnesinin buradan, bizim caddeden, İstiklal Caddesinden başlıyor oluşu.

Konser, solo akustik gitar çalışması “Silent Movies” albümündeki “Fat Man Blues”un bu gürültülü elektrikli üçlüsüne uyarlanmış sürümüyle başlıyor. “Girlfriend”, albümdekine oranla daha geniş bir ses aralığına sahip ve daha uzun çalınıyor.

Örümcek parmaklı, özgür ruhlu basçı Shahzad Ismaily, önündeki çalgısıyla yetinmiyor moog’a saldırıyor, çelik aksanı dövüyor, hırsını alamazsa hırlıyor. Dizginlenemez davulcu Ches Smith ise, mekanın boruları dahil, ses getirmedik nesne bırakmıyor. “Lies My Lady Talk Me”nin sinirli gitarları, “Bateau”da huzuru buluyor.

Huzursuz bir kariyerin sahibi, emekli devlet memuru görüntüsüyle Ribot onun Seramik Köpek projesinin adı bile kalp atışlarını hızlandırmaya yeterli. Dört yıl önce kaydettikleri sadece bir albüm olmasına rağmen, her dinlenişte yeni bir şeylerin keşfedildiği, Charlie Chaplin filmleri gibi. Öyle ki, repertuara ara sıra eklenen parçalar ve kavırlarla yıllardır aynı heyecanla çalınıyor ve dinleniyor salonlarda, sahnelerde…

Albüm dışı parçalara da odaklanıyorlar konserlerinde bunlardan biri bize nasip oluyor, Jimi Hendrix klasiği, “The Wind Cries Mary”, Ribot’nun kirli ve hırıltılı sesiyle orta kulaktan beyne doğru akıyor. Ardından şaşırtıcı güzellikte bir Dave Brubeck yorumuyla “Take 5” ile yan yana dizilerek iki büklüm veda selamı veriyorlar. 100 dakikalık konser. Ayakta alkışlanmasına rağmen jet-lag ağır basıyor biste çalacağını umduğum The Doors parçası “Break On Through” gelmiyor.

İçeride ne çok tanıdık var. Eski kuşaktakiler her konserde gördüğümüz aynı simalar sen ben bizim oğlan. Salonların emektarı bir abi ve eşi, müzik dükkanı işletmeciliğinden ağzı yandığı için kurumsala dönmüş bir dost, akademisyenliğe tutunmuş steril romantik bir music-lover, karanlık pasajlardan tanıdık eski bir hippi… Sonraki kuşağın mensupları ise, neredeyse tamamı müzisyen tayfa.

Mekânın programında ay sonu bir de Alva Noto & Blixa Bargeld konseri var muhtemelen yine aynı insanlarla birlikte izleyeceğimiz. Burada bu tuhaflıklar daha bir süre devam edecek gibi görünüyor. Bakalım nereye kadar…

[email protected]