Şark işi Spagetti Western

1993 Şubatı iyi kış yapmış, günlerce yağan kar ayak bileklerini saran yarım botların seviyesini aşmıştı. Beyaz örtünün iktidarını ilan ettiği bir akşamüzeri, “terörle mücadele” ekipleri, Fındıkzade’de kalabalık bir bekâr evini basmıştı. Arama tarama sesleri dışarıdan duyulmasın diye de, pikapta o esnada tesadüfen dönmekte olan Vivaldi’nin Dört Mevsim plağını sonuna kadar köklemişlerdi, eli akrepli polisler.

Klasik müzik dünyasının köşe taşı eseri, işte bu nedenle henüz 19 yaşında bulunan kapıyı polislere açan gencin her duyduğunda hatırasında aynı şeyleri yaşadığı bir travmaya dönüşmüştü. Altı çocuklu Tarsuslu bir ailenin ortanca fertlerinden biriydi Tarık. En büyük abisi Fahri’nin çağrısı üzerine kalkıp gelmişti gurbet ellere.

İstanbul’a ilk ayak basan Fahri idi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni kazanınca kader ağlarını daha bir başka örmeye başlamıştı. Güneş gazetesinde yarı zamanlı temizlik işçisi olarak çalıştığı günlerin ardından, Beyazıt’ta Topkapı’dan çuvalla ya da kiloyla bir depodan aldığı elleriyle tek tek temizlediği içi dolu, mamafih kapağı olmayan çıkma kasetlerle ilk tezgâhını açmıştı, hayatın değişik limanlarına giden bir yelkenli misali. 

Sadece kaset satmıyordu önceleri; artık Bitpazarlarından kısmetine ne düşerse! Ancak ağına müzik takıldığı zaman da -Akmar Pasajı’nda dükkân sahibi olan-Atlantis Tansel (Tetik)’den bilgi yardımı alıyor; olabildiğince müzik topluluklarını, şarkıcıları tanımaya çalışıyordu. İşler çekip çeviremeyeceği kadar büyüdüğü için almıştı Tarık’ı yanına.

***

Baskın anına dönecek olursak; o aralık evdekilerinden ayrıksı yaşayan, odasına kapanmış -hatta adını bile anımsamadıkları- Kürt bir ev arkadaşları vardı ki onlar bile sonra polislerden duymuşlardı “PKK’li” diye. Bu gizemli oda arkadaşı sırra kadem basmış, ama polis de geçici karakola çevirmişti evi.

Gelenleri gidenleri hiç eksik olmazdı; zira çevrelerinin gözünde bir nevi semt kıraathanesi ile dergâh arası bir yerdi burası çünkü. Hatta komün hayatı yaşadıklarını söylemek bile mümkündü.

Evdekilerin yanı sıra her zili çalanı (Apaçi Ayhan’dan tezgâhta arkadaş oldukları Geronimo Yalnızkartal lakaplı Şeref’e, Keops topluluğundan gitarcı Vartkes Keşiş’e) şubeye götürüp sorgulamıştı polis. Mamafih sonuç alınamayınca -bu uzun saçlı rakçılarla örgütsel bir meselesi olmadığını iyi bilen- memurlar da bezmişti bir elinde plak, diğer elinde şarapla her Allah’ın günü anlayamadığı muhabbetlere kendilerini sürükleyen bu uzun saçlılardan.

Sekiz günlük eziyet bittikten birkaç ay sonra, bu şark işi spagetti western’in kahramanı (burada İyi, Kötü, Çirkin yoktu, bizim çocuklar gerçekten iyiydi, öncelikle insan olarak) Başoğlu Kardeşler -Fahri, Tarık ve aralarına en son katılan Ogün- taşındı, Koca Mustafa Paşa’da başka bir eve geçti. Tarık tez vakitte askere gitti, dönüşünde Bulgar CD’leri devri başlamıştı.

***

Beyazıt Çınaraltı’nı müzik pazarına çeviren ilk figürlerden biriydi Fahri. Bu tüyü bitmemiş taşralı çocukları -aslında zaman içinde kısmen arkadaş oldukları- müşterileri yönlendirmeye başlamışlardı artık; istek ve tavsiyelerini tezgâh arkasında dönen sıcak muhabbetlerde dillendirerek. Derken Unkapanı’nı keşfettiler; münasip fiyatlara aldıkları orijinal kapaklı ve bandrollü kasetleri satmaya başladılar. Sağdan sola ve yukarıdan aşağı dizdiği kasetlerden oluşturduğu patchwork’ünde özellikle şu albümler hayatlarını değiştirmişti: Zülfü Livaneli “Seçmeler”, Tracy Chapman’ın -hani içinde bir zamanlar çok meşhur “Talkin Bout a Revolution” şarkısının olduğu- kendi adını taşıyan ilk albümü ve Manowar “Kings of Metal”, bir de “Anılar 9”. Geçinmelerine yetip de artacak kadar çok satıyorlardı.

Yokluğun insanı mecbur kıldığı bir -alt sınıflardan gelen insanlara has- yaratıcılığa sahipti bu kardeşler. Müşterileri sevdiği isimlerin tekmil albümlerini edinmek istiyor, mamafih ekonomik durumları elvermiyordu. Henüz daha kimselerin yapmadığı bir şeyi icat ettiler, bu ihtiyaç karşısında: bazı türlerin, toplulukların ya da sanatçıların kafalarına göre en sevdikleri şarkıları tek bir kasete toplayarak “Best Of” denen şeyi var etmişlerdi, el yordamıyla. Bunları cazip ve çekici bir hale getirmek için de kendilerine göre isimler veriyorlardı: “Underground Blues”, “German Rock Underground” gibi…

Olağanüstü bir keşif mıntıkası haline gelmişlerdi; her üç kardeşin de birbirlerinden farklı olarak hazırladıkları bu kasetler, hiç tahmin etmeyecekleri bir ilgiye mazhar kalmıştı. Artık insanlar bir kasette bir şarkısını dinleyerek beğendikleri isimlerin albümlerini aramaya başlamıştı.

***

Beyazıt’ta şair Hüseyin Avni Dede ile özdeşleşmiş çınar ağacının önü müzik, arkası porno satıcıları tarafından paylaşılmıştı.

Önceleri yalnızca camii duvarının dibinde kaset satıyorlardı. Bir defasında camiden çıkan sakallı cüppeli adamlar güruhu saldırmış, en çok hasar alan uzun saçı ve “aykırı” görüntüsü nedeniyle Pentagram topluluğunun davulcusu Cenk Ünnü olmuştu. Yaklaşık bir saat sonra elindeki tırmıkla caminin kapısına dikilip içeridekilere Adana usulü saydıran, meydan okuyan Adanalı Hamit, kara üniformalıların aldırış etmemesi üzerine Türk Rock’ının Hasan Tahsin’i olma fırsatını kıl payı kaçırmıştı.

Hayatlarına Boğaziçili S. Tahsin Ünlü ve -evde muhabbet esnasında kolektif bir fikirle ürettikleri- Rock Dünyası dergisi girdi bu evrede. Kardeşler, iyi bir arşive sahip, bu Boğaziçi öğrencisinin Fındıkzade’deki -işte o malum- evine taşındılar. Taşınmakla kalmayıp, Pink Floyd’dan The Doors’a; içinde rock müziğinin tüm temel taşlarının bulunduğu bu güzel arşivi çekip çekip satarak geçinme sorununu -en azından yakın bir geleceğe kadar- ortadan kaldırdılar.

Artık “çok satanlar” listesine bir de Emir Kustarica’nın gişeleri ihya eden kült filmi “Çingeneler Zamanı”nın Goran Bregoviç tarafından yapılmış müzikleri eklenmişti. Hafta içi Eczacılık Fakültesi, hafta sonları Çınaraltı’na açılan tezgâhta, yemekhaneye giden tüm öğrenciler potansiyel müşteriydi. Kaset almak için girilmiş -en az sinema salonunun önündekiler kadar uzun- kuyruk, herhalde tarihte sadece bu dönemde rastlanan bir parodiydi.

Devraldıkları arşiv, kasetten kaseteydi. İyileştirmek için plak arşivi yapmaya giriştiler. Bu bereketli zamanlarda sadece müşterilerinin getirdiği plaklar bile ihya etmeye yeterliydi.

Çevre tamamen değişmiş, artık ortamı daha “bilinçli” bir dinleyici kuşatmıştı. Bir yandan kıyamet gibi yerli toplulukların demoları çıkıyor, öte yandan medya rakçılara yan yan bakarken, fanzin ve müzik dergileri kıpraşıyordu.

Parlak doktor adayımız, tam da bu civcivli iklimde alkolle dost olmuş, Yeşilçam senaryolarındaki gibi saça sakala karışmış, yaşamına özen göstermez olmuştu. Parayı pulu görmez, geleceği kariyeri iplemez bir halde, adeta bir derviş gibi yaşamaya başlamıştı. Kader ağlarını örüyor ve Fahri için göç mevsimi başlıyordu.

Üstüne bir de Beyazıt’taki zabıta baskısı eklenince ayrılık çanları çalmaya başlamıştı, ancak Beyazıt’ın arkaik figürünün muhit değiştirerek Taksime gelişinde başka bir neden daha vardı. Kendisinden burada plakları üçe alarak Beyoğlu’nda beşe satan Ergun Hiçyılmaz ve -Aslı Han’daki dükkâncı- Meral Hanım yol göstermişti kendisine, farkında olmadan. Ne var yani, kendisi plakları orada bu paraya satamaz mıydı? Gümüşsuyu’nda bir tezgâh kurdu hemen, Parkinson Şeref ve Nejat İşler ile komşu olmuştu artık.

***

Kardeşler giderek ileriyi biraz daha iyi görme ihtiyacı hissediyor ve sokakta bir devrin sonuna gelindiğini hissediyorlardı. Üçü birlikte -o vakitler in cin top atarken- unutulmaya yüz tutmuş, insanların pek ayak basmadıkları karanlık bir pasajda minicik bir yer açtılar, Deniz Pınar’ın ön ayak olmasıyla. Ölü bir yerdi burası ki, yanlarındaki dükkânda “kiralık” tabelası altı ay durmuştu.

Arkalarından Çalıntı Dergisi için Suat (Bilgi), Metin Demirhan tarafından kurulan kült dükkân Atılgan, çok daha sonra da indie plak şirketlerinin ürünlerini ithal eden Kod Müzik geldi. İstanbul roker camiası için Avrupa yakasında da sağlam bir adres vardı artık: Atlas Pasajı.

İşin direksiyonunu kardeşlere bırakan Fahri, sadece bir yıl yaşayan bir radyoda “Çilingir Sofrası” adında program yapmaya başladı, Beşiktaş’ta Darphane arkasındaki tek odaya sıkışmış Red FM idi burası.

Programının arka planını “şerefe” niyetine tokuşturulan bira şişelerinin sesleri oluşturuyordu. Kaybedenler Kulübü filmindeki bazı sahneler ve diyaloglar buradan –Fahri’nin B.B. King delisi dostu -B.B. Bülent dediği- Bülent Küçükçalık ile girdiği muhabbetlerden- esinlenmiş, hatta apartılmış; başkalarına mal edilmişti. Bu programda sıklıkla Güneydoğu sorunundan söz ederler, başlarına bir iş açılmasın diye de Kürt yerine Kızılderili kelimesini kullanırlardı. Kendilerine de -Leonard Cohen etkisi altında- Muhteşem Kaybedenler diyorlardı. Saat altıdan sonra başlayan yayında, sokaktaki lahmacuncuya anonsla sipariş veriyorlardı.

Kısa sürede memlekete çokça rakçı kazandıran radyonun programcıları arasında Halil “Baba” Turhanlı, Atlantis Tansel, Atılgan Metin ve Cenk “Pentagram” Ünnü de vardı.

***

Üç kardeş birbirine pek benzemiyordu nedense, mizaç açısından. Zor şartlarda kendini yetiştirmeyi bilmiş, varoluş mücadelesini tırnaklarıyla kazıyarak kazanmış Fahri kavanoz dipli dünyaya zurna çalmış bir gönül adamı iken, diğerlerine göre daha mesafeli görünen Ogün, işin kurumsal kısmına ve ticaretine ehemmiyet veriyor, prensipleriyle iş yapıyordu. Tarık ise duygusaldı ve hemen her konuda arabulucu gibiydi.

Zaman içinde -kalpler bir olsa da- yollarını fiziken ayırdılar. Ogün Atlas’ta kaldı tişört işini hayli geliştirdi, arada yurt dışı seyahatlerde bulundu, Alman Embryo topluluğunun işlerini yürüten yapımcı Winfried Schlögel ile tanıştı, iyi dost oldu. Onun aracılığı ile topluluğu buraya iki kez konsere getirdi, evinde ağırladı. Embryo gerçi daha evvel 1978 yılında gelmişti, ama hafızalarda kalan anıları iyi değildi. Faşistler çalacakları tiyatroyu bombalamıştı falan filan, gerisi bildiğiniz hikâye işte…

Tarık karşı pasaja Halep’e transfer oldu, tişört dâhil pek çok konuda ticaret yaptı, kâh kazandı, kâh battı, bir ara gazino konsepti yaratarak eğlenceli nostaljik geceler düzenledi, Gülden Karaböcek’i yeniden sahneye çıkardı, sonunda aksesuar işinde uzmanlaştı.

Fahri ise 1997 yılında Hindistan’a gitti. Çok sevdiği müziği yeniden keşfetti. Sadece müzik mi? Aslında bildiği şeylerin de cahili olduğunu fark etti. Artık bambaşka bir insan olmaya hazırdı; 2004 yılından itibaren dükkâncılıktan, kurumsal kimlikten ve vergi mükellefi olmaktan sonsuza değin vazgeçti. 

Müzik mi? Müzik onlar için artık ruhani bir bağ, sevdikleri insanlarla aralarında. Ama biz yine de, underground müzik camiamız için Başoğlu Kardeşler’in kurduğu tezgâhların, açtığı dükkânların, burada tanıdıkları insanlarla kurdukları derin ahbaplıkların gerçek bir insanlık okulu olduğunu; işlerini her daim güzel bir misyonla yaptıklarını unutmayalım.

 

Murat Beşer ([email protected])