Plakhane’ye “hoş bir sada” yetiştirenler

Akşam saatlerine doğru, tüm plakçıların posta kutularına bir mesaj düştü. İlişikte güvenlik kamerası tarafından kayda alınmış birkaç dakikalık bir görüntü vardı. Görüntüde ise uzun ince, temiz giyimli ve orta yaşa merdiven dayamış bir adam, dükkânın en ucundaki raflardan kocaman bir balya plağı, profesyonellere has ir soğukkanlılık içinde elindeki çantanın içine atıyordu. Mesajda tüm plakçıların dikkatli olmaları söyleniyor ve bu adamı tanıyıp tanımadıkları soruluyordu.

Plaklar özenle raflardan tek tek seçilmiş, çantaya indirilmek üzere bir noktada toplanmış, dükkânda bulunanların bir anlık dalgınlığından ve o esnada gerçekleşen muhabbetin hararetinden faydalanılarak seri bir hareketle çalınmıştı. Belli ki bu usta hırsız ne çalacağını iyi biliyordu. Tamamı koleksiyon değeri olan, pahalı yerli plaklardı ve toplam fiyatları üç-beş bin lirayı aşıyordu.

Plak camiası neticede çok büyük değildi ve özellikle de bu tip plaklara ilgi duyan insanların tamamı herkesçe biliniyordu. Mamafih görüntüdeki hırsızı hiç kimse tanımıyordu. Adam kesinlikle bir koleksiyoner değildi ve bu plakları kendisi için çalmamıştı. Bu üzücü olay, plakçılık tarihimizdeki belki de ilk Arsen Lüpen vakası idi.

***

Hadisenin geçtiği dükkânın sahipleri, iki kafadar Deniz Bayrak ve Cafer İşleyen, ikisi de müzisyen. Piyasanın “mutlu azınlık” kanadından değil, bu işten geçinemeyenler ordusundan. Müzisyenliğini sürdürebilmek için mutlak surette başka işler yapmak zorunda kalanlarından. Hayatları müzikle yoğrulmuş, çalgılar arasında geçmiş; bakkal açacak haller yoktu ya!

Yapacakları iş müzikten uzak olsun istememişler. Eh, her ikisi de kendini bildi bileli plak biriktirmiyor muydu, bir gün bir baktılar ellerinde dükkân açacak plaktan fazlası var. Yani yapılacak iş aslında kendi kendini hazırlamıştı. Madem hayat onlara müzisyenlikten geçinebilmeyi nasip etmemişti, onlar da plakçı açtılar, adını da Plakhane koydular.

Beyoğlu gibi en eski eğlence ve kültür merkezinde yaşamanın en güzel taraflarından biri, olumlu ya da olumsuz tüm toplumsal dokuda meydana gelen değişikliklerin yakından tanığı olmalarıydı kendileri için. Yürütmeye çalıştıkları iş, bu düşüncenin bir parçası olarak tezahür ediyor onlara ve etrafındaki insanlara. İkisi de çeyrek asrı aşan bir geçmişe sahip bu yaşlı ve yorgun semtte; yani artık buralı sayılırlar.

Burası tıpkı memleket tarihi gibi, her 10 yılda bir biriken kirliliği, hamamda terleyerek ve sırtına kese atarak onarmaya çalışıyor. Hamamda oldukları için de her şey alabildiğine çıplak görünüyor. Bir dönemin batakhanelerini, pavyonlarını gören bu iki iyi huylu insan, sefaletin içeriğinin değişmesine karşın adının hep aynı kalmasına kesiyor dikkatlerini. Ancak buranın gün gelecek yeniden aydınlık ve parlak günler göreceğine dair umutlarını hiç yitirmeden.

***

2011 yılının Temmuz ayında açıldı Plakhane, Alman Hastanesi’nin Sıraselviler kapısının karşısındaki sokakta, otoparkın karşısında.

İki kattan oluşan bu vagona benzeyen ince uzun ve büyük mekân, önce üstte aktifti. Neyse alt katın daha geniş olması ve plakların sığmaması gibi nedenlerle alta kata geçtiler de, bizi de –her ne kadar kısa da olsa- çıkılması kolay olmayan o çok yüksek basamaklı merdivenden kurtardılar. Böylelikle üst katı da meraklısı için cihazlara tahsis ettiler.

Dükkânın ağırlıklı plak kaynağı ithalat. Evet, zamanında buralardan da, koleksiyonerlerden, meraklı insanların evlerinden çok güzel plaklar almış, partiler kaldırmışlar, ama çoğunluğu Almanya, Hollanda ve İngiltere’den getirdikleri yüklü ithalatlarla oluşturmuşlar. Kendilerini de salt bir satıcı olarak görmek mümkün değil. Aynı zamanda onlar da müşteri, bir yandan satarken bir yandan almayı, dayanamadıklarını arşivlerine katmayı ihmal etmemişler.

Deniz bir barmen gibi o küçük dönüşlü tezgâhın arkasında. Sadece tepede asılı bira bardakları eksik. Müşterilerinin çoğu hayatın sosyal kısımlarını da paylaşabilecekleri arkadaşlar, dostlar. Gerektiğinde birlikte kalkıp yemeğe, dükkânı kapatıp bira içmeye de gidiyorlar. Birbirlerini evlerinde ağırlıyorlar, yeri geliyor doğum günlerini kutluyor, yeri geliyor acılarını paylaşıyorlar.

Gerektiğinde başka başka dükkânlara müşteri göndermekten hiç gocunmuyor, bu işin özünde dayanışma olması gerektiğini unutmuyorlar. İşte o yüzden burada diğer satıcılar hakkında dedikodu yapılmıyor; karşı tarafta inceden bir meyil sezildiği an, konu bilinçli olarak kapatılıyor, değiştiriliyor. Şimdilerde artan döviz ve azalan alım gücü onları çok zorlasa da, bu işin yine de manen cazip tarafı çok.

***

Deniz’in ilk grup tecrübesi Baran ile olmuş, 2004 yılında Hüsnü Arkan ile Destur adında bir topluluk kurmuş, hatta bir de albüm çıkarmayı başarmışlardı. Cafer’in ise ilk çıkışı Zugaşi Berepe ve Kazım Koyuncu’da bas çalışı. Daha sonra da Grup Dinmeyen ve Ezginin Günlüğü mesaileri var.

Deniz’in çocukluğuna dair en güzel müzikal anı, masanın üzerinde yatay duran ITT Stereo 86 kasetçalar. Bir de kendinden büyük iki akrabası, düzenli görüştüğü. Biri yatmış çıkmış solcu bi abi, diğeri maça gidip bira içen, manita kovalayan bir hayta. Deniz ikisinin karışımından şekillenmiş. Ellerindeki Ruhi Su ve The Beatles kasetlerini dinleye dinleye. Gitara başladığında ilk dersleri bir Düş Sokağı Sakini olan Murat Çelik’ten almış.

Cafer ise özellikle Beyoğlu’nun doksanlı yılları ile özdeşleşmiş bir İstanbul çocuğu, o bonus kafasıyla. Dönemin en devrimci çalgısı flütü çalıyor, ailesiyle arası iyi olmadığı için sefalet dolu bir berduşluk hayatını Kazım Koyuncu ile paylaşıyor, yersizlik yurtsuzluktan yeri gelince parklarda yatıyorlardı bu rahmetli kadim dostuyla.

Deniz ve Cafer Pia’da tanışmış, hemen dost olmuş, yedi yıl birlikte bir orkestrada çalmışlar. Plakhane öncesinde de bir girişimleri olmuş, 2001 yılında Beyoğlu İpek Sokak’ta ikinci el çalgı ve plak satan Çalgıcı adında bir yer açmışlar, ama dört ay sonra yaşanan büyük krizle boylarının ölçüsünü almışlar.

***

Sadece dükkânda çalışmıyorlar, beri yandan da aktif müzisyenlik hayatlarını sürdürmeye gayret ediyorlar, reklam cingılı, dizi müziği gibi gelen siparişleri yetiştiriyorlar. O nedenle de haftanın belli günlerini paylaşarak, dönüşümlü çalışıyorlar, aynı anda dükkânda nadir görülebiliyorlar.

Kendi kendilerine ve aslen kendileri için yarattıkları bir yaşam alanı Plakhane onlar için öncelikle. Beyoğlu zaten memleketleri; her ne kadar şimdilik herkes gibi mutlu olmasalar da, memleketi terk etmeyi düşünecek kadar köksüz değiller.

İnsanların tabiatı işyerlerine, firmalarına eksiksiz yansıyor; sadece tabiatları değil, zevkleri, merakları da. Güney Amerika müzikleri, caz gitarcıları ve klasik müzik konusunda hayli tatminkâr bir arşive sahipler; özel ilgi alanları ise film müzikleri.

Eski toplulukları arayanları küçümseyip, “Dire Straits mi kaldı ya!” ahkâmı kesmiyor, “yerine yeni indie grupları verelim” ya da “Peter Brötzmann’ı tanıyor musun” demiyorlar. Genel geçer, mevsimlik moda heveslere kapılmadan oluşturuyorlar dükkânın tarzını. Yeni başlayanlara olduğu kadar, üst düzey dinleyiciye de hitap edebiliyorlar.

Başlangıçta ticaret bilmiyorlardı, zamanla çok şey öğrendiler, ama en çok öğrendikleri şu oldu: ticareti asla öğrenemeyecekleri. Bu sebeple dükkâna hâkim olan en önemli faktör, amatör ruhları. Hümanizm Plakhane’nin içine o kadar sinmiş ki, zaman içinde Arsen Lüpen’i bile unutmuş; peşine düşmeye, gelene gidene sormaya tenezzül dahi etmemişler.

 

Murat Beşer ([email protected])