Pink Murat'ın poşeti ve Tahir'in şemsiyesi

Pazar günleri toplaştığımız Beyazıt Meydanı'ndan akşam evlere kadar uzayan, ertesi gün plakçı dükkanlarına taşınan, bir türlü bitmek bilmeyen müzik muhabbetlerinin en nevi şahsına münhasır insanlarından biriydi Pink Murat ya da -birilerinin hitap ettiği ikinci adıyla- Bay Murat. 

Rock muhafazakarlığı ile takıntılar zincirinden oluşan karaktere sahipti. Özdeşleştiği nesne ise poşetti. Plak taşıyabilecek büyüklükte ve uygunlukta geniş bir poşet, şüphesiz. Mümkün değil poşetsiz evden çıkmaz, dolaşmazdı. Okulumuz Mimar Sinan’ın her yıl sonunda geleneksel Rıhtım Partisi olurdu. Bir nevi kıyafet balosu gibi bir şeydi ve insanlar ya maske takar ya da birinin kılığına girerek gelirler, eğlenip dans ederlerdi. Ben pek kılık kıyafet kısmıyla ilgili değildim; sadece bir kez meraktan öylesine uğradığımda orada gördüm Pink Murat’ı, en son. Rıhtımın uzak bir köşesinde denize sınır alçak duvarın önünde ayakta dikilmiş etrafı seyrediyordu, bir başına. Yok artık! Burada da elinde poşet yoktur herhalde diyorsanız, yanılıyorsunuz. Görür görmez yanına gittim, sordum. Kung Fu dizisindeki Kör Usta Po’nun Çekirge Caine’e verdiği türden bir cevapla açıkladı, gür ve pürüzlü sesiyle:

- “Aradığın plağın insanın karşısına nerede, ne zaman çıkacağını asla bilemezsin.”

***

Alacağı plağın ilk önce 1974 öncesi olması gerekiyordu. Bu aşama geçilmişse çalan kadrodaki elemanların sololarından ve topluluğun diğer albümlerine gelirdi sıra. Kendisinin külliyen bunları hatmettiği yetmezmiş gibi, kimi yakalasa bu mevzulardan mütevelli bir rock müzik sınavı yapardı. 

Her Cumartesi öğleden sonra gerçekleştirdiği -Anabala Pasajı'nda bulunan- Dip Sahaf seferine bir torba dolusu kaset ve plak ile gelir, müzik aletlerinin başına geçer, istediği parçaları arka arkaya çalarken milletin verdiği tepkileri izlerdi. 

Elindeki torbanın içinde kaset-plak dışında, simit ile vazgeçilmez eşlikçisi eski kaşarı, kısa LM ya da Maltepe sigaralarını taşımayı da ihmal etmez; çıkınındakileri ortaya döktükten sonra ilk iş olarak yandaki çay ocağına giderek (kesinlikle Coca-Cola değil) şişe Pepsi söylerdi.   

CD’ler yeni yeni ortalığı kaplamaya başlamıştı. Sadece yeniler değil, yıllarca plaklardan dinlediğimiz toplulukların eski albümleri de ufaktan basılıyordu artık. İlk canı sıkılan O oldu tabii ki. King Crimson’ın “Larks Tongues in Aspic” albümünün CD’siyle karşılaştığında, yüzü ekşidi, eşekten düşmüşe döndü. Hatta belki abartılı bulacaksınız ama dinledikten sonra, yıllarca kocaman kapakta izlediği o güneşli grafiğin küçültülerek plastik bir kılıfa sokulmuş halini -eğreti bir biçimde parmak uçlarıyla tuttuğunda- tanımakta güçlük çekti. Hatırlarsanız bu plağın girişinde çok uzun sessiz bir pasaj bulunur:

- “Bunu değiştirerek basmışlar, orijinal plak kaydı böyle değil ki, cızırtılarını silmişler.”

Zamana ayak uydurabilmesi için onyıllar bile çaresizdi Pink Murat karşısında. 

***

Tahmin etmek zor değil; takıntılarının müzikle sınırlı olduğunu iddia etmek mümkün değildi. Dini konulardan yeme içmeye kadar tavizsizdi. Çok sevdiği lahmacunu bile sadece bellediği bir dükkandan yerdi. 

Yolda çok rahat yan yana yürümemiz olanaksızdı Pink Murat ile. 10 dakikada bir durur, önce sağ ardından sol bacağını yukarı doğru kıvırarak pantolon paçalarını düzeltirdi. Paçalarının ayakkabının içine girerek buruşmasına ya da ayakkabının altına sarkarak kirlenmesine tahammül edemez, bu durumu mütemadiyen kontrol etmekten de kendini alamazdı. 

Aslında müzik konusunda ragtime, bluegrass, rock'n roll ve salon müziklerinden senfonik rock ve avangart caza kadar oldukça geniş bir beğeniye sahipti, ama kendi sevdiklerinin sevilmesi, nefret ettiklerinin de yakınından geçirilmemesi konusunda babası gelse tanımazdı. Bu tavizsiz tutumdan yaka silken arkadaşları birer ikişer uzaklaşmakta bulmuşlardı çareyi. Pink Murat da çevresi ve yakın arkadaşları tarafından anlaşılmadığı psikolojisine kapılmıştı bundan ötürü.  

Hâlbuki arkadaşlarını telefonda saatlerce esir alacak kadar sohbetçi herifin tekiydi, ama malum tavrı da birilerini ürkütüyordu açıkçası. Belirgin bir üslup çatışması yaşıyordu. Evlerde gerçekleşen arkadaş toplantılarında hep kendi seçtiklerinin çalınmasında diretir, kaset çaların başından bir dakika olsun ayrılmazdı.  

Onu bu noktaya getiren şey tutkularının peşinden ölümüne sürüklenmesi ve tüm arkadaşlıklarını, dostluklarını bu paylaşımın üzerine kurmasıydı. Belki bir de kim bilir! Nasıl desem, hayatın en yüce anlamı gerçek aşktı Pink Murat için. O bir kere bulunursa bulunur, bulunmazsa onlarca kez denenmezdi. İşte bu yüzden tüm Moody Blues şarkıları birer kutsal metin gibi görünürdü O'na. Bir de bunalımlı halinden dolayı kendisine benzettiği Barclay James Harvest gitarcısı John Lees ilahi bir müzisyendi. 

***

Arkadaşlarına gelince; beğendikleri ve beğenmedikleri konusunda aşırı dayatmacı bir karaktere sahip olduğu için, onlar da zaman içinde giderek azalmış ve bir süre sonra etrafı tamamen ıssızlaşmıştı. 

Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirmiş bir arkadaş grubuydu bunlar. Pink Murat Ankara’da askeri bir okulu kazanmış, ama yapamayacağını anlayınca ODTÜ Makine’ye geçmişti. Orada da dikiş tutturamayınca kaydını İTÜ’ye aldırarak İstanbul’a dönmüştü. Sonradan aynı arkadaş grubu ile orta yerinden müziğin geçtiği beraberliği yıllarca muhafaza edebilmişlerdi. Genelde -arabesk seven, ama arkadaşlarına ayak uyduran, geçinebilmeyi bilen- Özkan adlı mülayim birinin evinde toplanıp, sabahlara kadar müzik dinlerlerdi. Alkole pek düşkün olmasalar da, odanın perdelerini bir gecede beyazdan sarıya boyayacak kadar sigara içerler, çaydanlıklar dolusu çay boşaltırlardı. Varsa plak, yoksa kaset döndürüyorlardı. O zamanlar böyle arkadaş grupları çok vardı ve aralarındaki dayanışma ve paylaşma ruhu yüksekti. Birinin doldurduğu kaset hepsine aralarında kopyalanır, birinin aldığı plak ise teker teker hepsinin evini ziyaret ederdi. Şayet plaklar kişiler arasında eşitsiz seviyede beğenilmişse, önce kısa ve hararetli bir tartışma yaşanır, arkasında hemen takas muhabbetine girilirdi. İlla ki birileri bir başkasının plağını gözüne kestirirdi:

- “Verirsen Camel'ın ilk albümünü, alırsın Gentle Giant'ın “Octopus”unu!” 

***

Pink Murat’ı Tahir vasıtasıyla tanımıştım. Aynı grupta müzik dinleyen yakın arkadaşlardı. Tahir semtimizin çocuğuydu, benden bir kuşak büyüktü. Fatih - Sarıgüzel’de pencereleri birbirinden renkli kokulu çiçeklerin dikildiği saksılarla donatılmış üç katlı müstakil bir evde yaşıyordu, anne ve babasıyla. Onun da doğduğu evde -o yıllarda hepsinde olduğu gibi- bir pikap vardı. Kendini bildi bileli hep plak dinlemişti ailesiyle. Hatta altmışlı yılların başlarında ailesinin ortasına alıp ellerinden tutarak her hafta sonu Yüksek Kaldırım’a plak almaya gittiklerini bile anımsıyordu. Zamanın popüler müzikleri işte: Charles Aznavour, Zeki Müren, Nesrin Sipahi longplay’leri, çeşit çeşit twist 45’likleri…

Kendisi uzun süre koleksiyoncu olmamıştı, özenmemiş de. Babasının plaklarıyla yetinirken daha ziyade radyo dinlemeyi tercih etmişti. Babası bir akşam eve koltuğunun altına sıkıştırdığı bir teyp ve 10’luk kutuda boş kasetle ile gelince, başlamış bu radyo programlarını kasetlere çekmeye. Eh malum! Öyle kuru kuruya ne olduğunu bilmeden kaset mi doldurulurmuş? Hey ve Pop dergileri almaya başlamış; oralardan görmüştü Pink Floyd, Yes, Genesis, King Crimson, Van Der Graaf Generator, Jethro Tull ve Led Zeppelin plaklarının kapaklarını. 

                        ***

Fatih’in ileri görüşlü, gönlü geniş, eski İstanbul kültürüyle beslenmiş güzel insanlarla dolu olduğu bu günlerde, kızlı-erkekli kalabalıklar çay bahçelerini, yazlık sinemaları ve rock parçalarının çalındığı düğün salonlarını büyük bir mutluluk içinde dolduruyordu. 

TRT Radyo3'te bir süre sonra -Mehpare Çelik, Şebnem Savaşçı, Yavuz Aydar gibi isimler eliyle- albümleri baştan sona çalan programlar yapılmaya başlayınca şarkı sevdasının yerine albüm meraklısı gençler peyda olmaya başlamıştı. 

Onlardan biriydi Tahir ama, onun da takıntıları yok değildi; örneğin müziği plaktan dinlemeye karşıydı. Çünkü bu insanı zararını sonradan daha fazla görebileceği türden bir tembelliğe ve kolaycılığa itiyordu. Plakta istediğiniz parçadan başlayabilir, isterseniz kolu hemen kaldırarak bir başkasına atlayabilirdiniz, ancak kaset öyle mi? Onu ders çalışır gibi baştan sona kadar dinlersiniz bir kez play tuşuna bastıktan sonra. Aslında pek de haksız sayılmaz, değil mi? Ayrıca her sevdiği şeyi plak olarak alacak maddi bir durum da yoktu. Koyacak yer dersen, o da başka bir dert…

Derken dayanamadı, gönül ferman dinlemedi. Kendinde iz bırakmış plakları almaya başladı ufak ufak. Ancak plakçı dükkânları için hiçbir zaman yağlı müşteri olmadı. Sınırlı bir bütçesi olduğundan amansız bir pazarlık yeteneğine sahipti.  

Takıntılar dışında tıpkı Pink Murat gibi Tahir'in de özdeşleştiği bir eşyası vardı: şemsiye... Ancak öyle böyle bir şemsiye değil, özel olarak yurtdışından getirtmişti onu; hava azıcık kapatmışsa onsuz çıkmazdı. Kalabalık bir aileden fazlasını altına alacak kadar büyük bir şemsiyeydi, belki de literatürde “sülale boyu” türünden bir adı vardır, bilmiyorum. Tamam, oturduğumuz sokak pek geniş sayılmazdı ama, yağmurlu havalarda ziyaretimize gelen Tahir, köşe başında şemsiyeyi yan tutmak zorunda kalırdı. 

***

Araya yıllar girmişti, her ikisini de ne görmüş, ne de haber almıştım. Nihayetinde Tahir'e rastladım geçenlerde yolda. Ona bilgisayardan, cep telefonundan, içinde teknolojik terimlerin geçtiği bir ağızla konuşan herkesten nefret eden, polen alerjili hasta gibi köşe bucak kaçan Pink Murat'ı sordum. En iyi arkadaşlarından biriydi, ancak ne var ki bir beş-altı yıldır o da görmemişti. Nicedir inzivaya çekilmiş, ne plakçı dükkanlarına uğruyor, ne de kimseciklere görünüyormuş. Telefonlara bile çıkmıyormuş. Bunun üzerine hüzünlü havayı biraz olsun dağıtmak için bu kez şemsiyeyi sordum, ama maalesef yine buruk bir gülümsemeyle cevapladı:    

- “O şemsiyeyi bir gün otobüs durağında unuttum, döndüğümde yoktu. Bir daha da öylesini bulamadım.”

[email protected]