Önce müzisyen dostu, sonra organizatör

Akmar Pasajı’na yapılan palavralarla dolu “satanist baskını”ndan üç yıl sonrası. Köprüden atlayarak intihar eden genç kızın vücudundaki alakasız döğme malzeme olmuş bu kez, cehaleti küstahlıkla ustaca buluşturan fırsatçı medyaya.

Konuyu -hiçbir zaman inanmadıkları toplum yarası, ebeveyn acısı gibi sahte hassasiyetleriyle- suiistimal etmekte tereddüt göstermiyorlar. Siz bakmayın şimdi bunların mağduriyetine, sermaye sınıfına verdikleri halk düşmanı akıllarla, derin devletin yanında aldıkları insaniyet dışı pozisyonla yandaş medyadan farkları yok, o vakitler.

Fatih Altaylı, ikisi toy altı kişiyi almış karşısına. Teke Tek adlı televizyon programında köşeye kıstıracak, zor durumda bırakacak, sorularıyla. Gazmen’e rakip halk kahramanlığı edecek; çekirdek çıtlayarak beyaz cama bakanlara hâkim, yargıç, savcı olacak. Özellikle şu metalci gençler! Ne de olsa toydurlar şimdi, hemen basarlar tongaya…

Onlardan bir tanesi var ki aralarında, ekrana geldiğinde “Akmar Pasajı’nda çalıştı” yazıyor altında. Cin bakışlı, pek öyle zokayı yutacak cinsten birine benzemiyor; üstelik çene de var ve sözlerine mizah katmayı biliyor. İhaleyi “Akmar satanistleri” ve heavy metal müziğine çıkarmak için sorulan tüm soruları iyi savuşturuyor.

- “Bu CD’ler hep Akmar’da satılıyor değil mi?”

- “Hayır, D&R’da da satılıyor. Daha geçen hafta siparişleri oldu, kolileyip gönderdik.” (*)

- “Peki bu haberlerdeki uyuşturucu satıcıları?”

- “O haber çarpıtılarak yapılmış. O haberdeki uyuşturucu satıcılarının görüldüğü yer Akmar değil, Akmerkez. Sadece Ak’ları benziyor.”

Bu arada o haberi yapan televizyon programcısı Kadir Çelik yayına bağlanır ve inkâr eder. Ancak bizimki kendinden emin olmanın verdiği cesaretle konuşmayı sürdürür:

- “Sizin kanalınızın haberi bu, görüntüler elinizde. Hadi yayınlayın, hepimiz görelim.”

Diyalog programın sahibi tarafından belirsizce bağlanır, konu kapatılır. Haber mi? Tabi ki yeniden yayınlanmaz.

Kurduğu toplulukla iki albüm çıkarmış, arada bir gençlik dergilerine bir şeyler karalamış o uyanık genç, sonradan güzel müzik işlerine imza atarak, inandığı şeylerden vazgeçmeden yaşamaya devam eden Erdem Çapar.

***

Bakırköy’de doğmuş Erdem, plastik saksı üretip satan kimyager babasının işi icabı seralara yakın olmak istemesi nedeniyle ilkokul sonrası ailesiyle birlikte İzmit’e taşınmış. 1993 yılında 18 yaşındayken İstanbul Üniversitesi İşletme Bölümü’nde Maliye’yi kazanınca “memleketim” dediği yere dönmüş.

Rock’n Roll’cu ruhu daha öğrenciyken tescillenmiş; üç kere atılmış, bilmem kaç kere sınıfta kalmış, diplomayı en nihayetinde 13,5 yıl sonra tutuşturmuşlar eline, belki de kurtulmak için zorla mezun etmişler.

Öğrencilik sıfattan ibaretti; Raksotek ve Uzelli’de çalıştı. Bir ara yolunu şaşırdı, Kent Bank’a girdi, telefonlara bakan bir müşteri hizmetleri görevlisi olarak. Bir yılın sonunda Ege Bank’a geçen eski müdürü tarafından iki katı paraya transfer teklifi aldı. Tam yeni işe başlayacağı günden 24 saat önce devlet bankaya el koyunca, gerçekten ait olduğu yere döndü, Akmar Pasajı’na.

Kat-kravat, ütülü gömlek ve pantolon, boyalı pabuçlar falan; kurumsal hayat tam bir yıl sürmüştü dile kolay. Bir Rock’n Roll’cu için ne kadar uzun değil mi?

***

Semtinin tüm plakçı dükkânlarına, kaset tezgâhlarına dadanmış, oralardan doldurduğu karışık kasetlerle zehirlenmişti. İlk göz ağrısı Falco’ydu.

Müzik şırıngası 1986’yı 87’ye bağlayan yılbaşı gecesinde vuruldu damara, televizyonda yayınlanan “Peter’s Pop Show”da Europe’un gözde şarkıları “The Final Countdown”ı çalarken. Modern Talking’in iki kafadarı yüzünden uzun saçlı adamlara sempati duymaya başladı. Oradan Bon Jovi’ye geçti, derken kapağı Iron Maiden’a attı.

Müzikal yelpazesini belirgin olarak Raksotek çalışanı olduğu günlerde genişletmişti, ama belli bir türe bağlanması Hammer Müzik’te gerçekleşti; Alternatif Rock’ın ve Brit-Pop’un baş tacı olduğu zamanlarda. 

Komşuda (Atlantis Müzik’te) çalışan Katalog Emre (Alkoç) ile sıkı fıkıydı. Kafadarlık ilişkisi onları RTN adında bir şirket kurup, festivaller yapmaya dek sürükledi. Emre başlangıçta daha tecrübeliydi; Steve Vai, Kreator, Malmsteen, Megadeth konserleri falan yapmıştı.

Üç kez yapabildikleri Rock The Nations festivalinin ilkinde headliner Dio idi. Aynı zamanda Erdem’in ilk topluluğu Antisilence’ın da sahne aldığı son konsere ev sahibi olmuştu. Sadece 3.000 kişinin izlediği festival ilk iflaslarıydı, aynı zamanda.

Ne dersiniz, artık gerçek heavy metalci diyebilir miyiz kendisine?

***

Hiç müzik dersi almamıştı Erdem, zaten enstrüman falan da çalmıyordu. Ama bir metal topluluğu kurarak şarkıcılık yapma cesareti, Sepultura’nın solisti Max Cavallera’yı kusursuz taklit edebilmesinde gizliydi.

Ortaokul arkadaşı gitarcı Barış Ertunç ile kurmuştu bu topluluğu, 1992 sonunda. İki albüm çıkardılar, ilki sadece kaset formatında olmak üzere.

Antisilence’ın dağılmasından bir yıl sonra Nitro’yu kurdu, gitarcı dostu Emre Manav ile. Tüm parçalar iki ya da üç riff’den oluşuyordu; yani kökeninde punk yatan bir metal anlayışına sahiplerdi ve Antisilence’a oranla çalgıcılık faktörü geri plandaydı.

Sıradaki RTN festivallerinin faturası çok ağır olmuştu, hatta artçı şokları bile öldürücüydü. Daha sonra ikilinin bağımsız olarak yaptığı Overkill, Tindersticks, Glenn Hughes & Joe Lynne Turner, Alphaville, Michael Schenker ve Dave Weckl konserleri bile bilançoyu kapamaya yetmemişti. 

Çareyi askere gitmekte buldu Erdem, döndüğünde ise ortada ne ortaklık vardı ne de konser işleri. Paşa paşa ücretli emek olarak hayatını sürdürmekten başka niyeti yoktu aslında; ta ki Sepultura’nın gitarcısı Andreas Kisser, Megadeth’in basçısı Dave Ellefson, Judas Prest’in eski solisti Tim Ripper Owens ve Suicidal Tendencies’in davulcusu Jimmy De Grasso’nun kurduğu, kavır çalan bir bar topluluğunu duyana kadar. Hail! adını taşıyan bu fantastik topluluk sebep olmuştu, bir organizasyon şirketi kurmasına. O kadar gaza getirici ve dostane bir teklifte bulunmuşlar, hatta teşvik etmişler, neredeyse zorlamışlardı ki artık Mood-Pro’yu kurmaktan başka çare kalmamıştı.

Bir Pazartesi gecesi, Beyoğlu’ndaki Jolly Joker’de 400 kişinin üzerinde bir kalabalığın karşısında geçen konser, alkol ve tütün kokulu gece hayatında tutulan yeni kara kaplı defterin ilk yaprağıydı.

***

Kreatör 2003 yılında ikinci kez gelmişti. Konserden bir gece önce yemeğe gittiler cümbür cemaat. Muhabbet harlanınca punduna getirip sordu bizimki heyecanla, -solist ve gitarcı- Mille (Petrozza) babaya:

- Yarın “Europe After The Rain” var mı?

- Yok, ama o şarkı Türkiye’de çok seviliyor galiba, geçen geldiğimizde de sormuşlardı.

- Yok abi, geçen sefer de soran bendim!

Erdem’in en sevdiği “Renewal” albümündeki bu şarkıyı 1998 yılında ilk geldiklerinde de çalmamışlardı.

Konserin olacağı gün de -Mille hariç- tüm topluluk üyelerini gezmeye çıkardılar. Sultanahmet Köftecisi’nde tıkınıyorlar. Bizimkinin yanında Eray var, herif birinci sınıf fırlama, bir o kadar da zevzek. Nasılsa herifler anlamıyor diye mütemadiyen basıyor küfrü laf aralarında sırıta sırıta, bizimki de eşlik etmekte bir sakınca görmüyor: “Şu pezevenge uzatsana tuzluğu”, “Ne istiyor bu o….. çocuğu ya!”…

Fark etmiyorlar, Erdem’in yanında oturan basçı Chris (Giesler) pis pis kesiyor:

- Siz aranızda Türkçe konuşuyorsunuz

- Eee, ne var bunda?

- Ama küfür ediyorsunuz

- Nerden biliyorsun?

- Ventor (davulcu) öğretti.

- O nereden bilecek ki?

- En iyi arkadaşı bir Türk!

Şaşkınlıkla karışık ne yapacağının bilememenin yüz kızarıklığı içinde Ventor’a dönen Erdem, titreyerek sorar: :

- Doğru mu?

- Evet

- Şey, adı ne?

İkinci şok bu cevapla birlikte gelmişti, adamın adı Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin falan değildi:

- Satılmış

- Ya öyle mi, çok garip. Peki Almancası ne?

- Verkauft, Peki Türkçede ne anlama geliyor bu isim?

- Sold out

Topluluğu yolcu edene kadar zamanın geri kalan kısmında Türkçe konuşmuşlardı Ventor ile:

- Ateşin var mı Ventor?

***

Bunun gibi sayısız matrak hikâyenin sahibi oldu Erdem, bu işte. Gitar virtüözü Marty Friedman’a, torunlarına anlatacağı bir anı bırakmışlar, adamı gitar teknisyeniyle birlikte yol üzerinde bir benzincide unutmuşlardı.

Konserlerin İzmir ayağı bitmiş, yola çıkılmış. Yataklı turne otobüsünün biri Alman (Matthias), diğeri İngiliz (John) adında iki şoförü var. Sabahın köründe, herkesin kıçında pireler uçuşurken, gözleri cin gibi parlayan tek adam bizimki; geyik yapıyordu direksiyon sallayan Matthias ile uyuklamasın diye.

Bir benzin istasyonuna girdiler yakıt ikmali için, adamların kredi kartı orada geçmiyordu. Başka bir istasyona doğru hareket ettiklerinde kimse fark etmemişti, Marty babanın hacetini görmek için araçtan ayrıldığını.

Geyik 10 numara, gazlamış gidiyorlarken, Ayvalık yakınlarına vardıklarında yanlarında seyreden bir Murat 131 habire korna çalıyordu.

Sonunda şoförün yanında oturan ve bunlara el sallayarak bir şeyler anlatmaya çalışan adamın gitar teknisyenleri olduğunu görünce jetonları düştü. Benzincinin arabasıydı bu, adamla çat pat, tarzanca anlaşıp kafalamışlar, kaçan arabayı yakalaması için. Erdem sinirli olduğunu fark ettiği Marty babanın yanından hızla geçerek benzinci abiye seğirtti ve avcuna 20 lira sıkıştırdı.

Sonrasında Çanakkale feribotunda olayla ilgili sağlam geyik dönerken çok güldüler; Marty baba da onları affetti.

***

Paul Gilbert, Vinnie Moore, Ramones’un davulcusu Marky Ramone, Dave Lombardo, Mike Stern, Tony Levin derken, tüm getirdiği müzisyenlerle arkadaş oluyordu Erdem. Hatta CNN’de Gezi olaylarını izleyen birçok yabancı müzisyen dostu endişelenip mailler atmış, mesajlar çekmiş, telefonlar açmıştı.

Zaman içinde de bazı mesleki prensipleri oluşmuştu. Bunların başında el attığı müzisyen ya da topluluğun ilk defa konsere gelmiş olması şartı. Başkalarının elinden iş çalmış gibi bir görüntü vermemek için mütemadiyen umut veren yeni isimleri takip ediyordu. Bir de boyalı basına tenezzül etmek istemediğinden, bu müzisyenlerin özellikle sosyal medya üzerinden dikkat çekmiş, gençler tarafından keşfedilmiş olmasına özen gösteriyordu.

Satın alma müdürü olarak çalıştığım Raksotek günlerinde başlayan bir abi-kardeş hukukumuz vardı Erdem’le, sonrasında Akmar Pasajı ve çeşitli konser organizasyonlarıyla süregelen. Organize ettiği epey konseri izledim, sağa sola yazdım.

Geçenlerde yine buluştuk uzun bir sürenin ardından. Her zamanki gibi yine konuşkandı; uzun uzun anlattı Balkan ülkelerindeki müzisyen dostlarını görmek için yaptığı son seyahati. Seviyordu bu kültürü; diline, müziğine ve insanının içtenliğine sevdalıydı.

Flaş Fenerbahçe transferlerinden yeni konser haberlerine, memleketin ahvalinden Yetmez Ama Evet’çi liboşların trajikomik tavırlarına, oradan mevzunun her zaman bağlandığı –büyük hayranı olduğu- Thin Lizzy ve Therapy! hikâyelerine uzanan sohbette kısa cümlelerden oluşan kıvrak esprileriyle yine formundaydı, dün geceden alkolü hayli kaçırmış olmasına rağmen.

İnsanın “haydi gel bir çay içip, iki lafın belini kıralım” diye çağırdığında, koltuğunun altına kıstırdığı bir Evgeny Grinko plağı ile çıkıp gelmesi, “al abi sana hediye, 500 tane basılmış sadece, Evgeny yeni gönderdi” diyen bir kardeşinin varlığı harika bir duygu…
 

--------------------------------------------------------------------------

 

(*) Akmar Pasajı’nın iki ithalatçı firması –aynı zamanda dükkâncısı- Hammer ve Atlantis, dünyanın en iyi metal plak firmalarının Türkiye temsilcisi idi. Bu ürünleri getirir ve bütün mağazalara dağıtırlardı. Doğan Grubu’nun mağazası olan D&R’ın, bu ürünlerden dolayı her iki dükkâna da hatırı sayılır bir borcu vardı. 

 

Murat Beşer ([email protected])