Ne ölenle öl, ne gidenle git

Annesinin cenazesinde önde siyah gözlüklü, koca şapkalı, uzun saçlı, sakallı, siyah paltolu bir adam duruyordu. Göz göze geldiklerinde adam bir adım öne çıkarak sarılırken, dörde katlanmış bir kâğıt parçasını tutuşturdu eline:

- “Al bunu, sonra bakarsın.”

Bu adamla yeni tanışmışlardı, ama yıllardır hayranıydı, şarkılarıyla büyümüştü. Törenin sonuna kadar sabredemedi, gözünden akan bir damla yaşı elinin tersiyle silerken açtı kâğıdı. Not defterinden koparılmış sayfaya, kurşun kalemle not alınmıştı: 

“Ne ölenle öl, ne gidenle git. Aslolan hayattır, canım kardaşım.”

Aslında cenazeye gelmesi bile şaşırtıcıydı; bu Cem Karaca’nın annesi Toto Hanım’dan sonra katıldığı ikinci cenaze töreniydi. Sevmezdi böyle törenleri, ruhu sıkılırdı, karamsarlığa kapılırdı. Kâğıda da yazdığı gibi aslolan hayattı. Ama kısa süre önce tanıdığı Gür adındaki bu uzun saçlı gitarcı çocuğu o kadar sevmişti ki…

Bundan çok etkilenen Gür Akad, Cem Karaca’nın vefatının ardından bu anıyı “Cem Abi” adlı şarkıyla ölümsüzleştirerek, ustasına duyduğu vefa borcunu dile getirdi. 

Sadece Cem Karaca mı? Kim sevmez ki Gür Akad’ı! Pop yıldızlarının arkasındaki bu gizli rock savaşçısını, camianın en yakışıklı gitar kahramanını, stüdyoların ve sahnelerin nöbetçi gitarcısını! 

Yalnız yeteneğiyle değil, dostluğuyla da arkadaşlarına ilham ve azim veren Gür nadir bir grup müzisyeniydi. Fenerbahçe’nin antrenmanlara bir saat önce gelen Mehmet Topal’ı misali, provalara herkesten önce gelir, sabahlara değin şikâyet etmeden çalışır. Sahnesini kendi toplayan bu mütevazı müzisyen, yorumlayacakları şarkıları bile anons ederken “çalmaya çalışacağız, haddimiz olmadan” diyen bu adam, her konserinde mutlaka yakın dostu Yavuz Çetin’e bir selam vermeyi ihmal etmezdi. Zira 10 yıl boyunca Shaft’ta sadece Perşembe günleri çalmasının tek nedeni zaten Yavuz idi.

Bu mekân onlardan az evvel Homeros adında bir pavyondu. Sonradan rock-blues bar olunca bir yıl kadar kendinden evvel Yavuz çalmıştı, Perşembe geceleri. Yavuz’un ardından onun anısını yaşatmak için aynı geceyi tercih etti, cumartesiyi teklif ettikleri halde. Hıncal Uluç’tan Haşmet Babaoğlu’na; zamanın medya simaları onu izlemek için mekâna gelenlerden birkaçıydı.

Önceleri koyu ağdalı senfonik-progresif rock parçaları çalıyordu; repertuarın içinde ELP bile vardı. Giderek daha hareketli ve gaz parçalara geçtiler. Kısa bir süre sonra o sokakta bir çok barın açılma sebebi, Shaft’ın Perşembe geceleri dolmaya başlamasıydı. 

İçinde yaşarken kavramak güçtü, ama seksenli doksanlı yıllarda rock-bar camiasını muhtarı olmuştu artık Gür, yanı sıra genç müzisyenlerin de abisi; Kemancı’ya Volvox’u, Şebnem Ferah’ı, Özlem Tekin’i, Teoman’lı Indians’ı önceden keşfederek tavsiye edip getiren hep kendisiydi.

Tabi o devir de bir başka; insanlar daha fazla tutuyor birbirini. Devil, Ra, Egzotik Band gibi topluluklar sürekli birbirlerine destek oluyordu. Şimdiki gibi değil yani ilişkiler.

***

Yeldeğirmeni’nde doğmuştu Gür. Altı yaşındayken ailesi Koşuyolu’na taşınmışlardı. Burada büyümüştü, sokağın köşesinde tek katlı eski betonarme bir lojman evinde.  

Haydarpaşa Endüstri Meslek Lisesi’nde yobaz hocalardan birini patakladığı için kıçına tekmeyi yemişti, 1979 yılında. Hâlbuki ne güzel makine ressamlığı okuyup “adam” olacaktı. O dini bütün muhterem sebep oldu memleketin uzun saçlı bir rock gitarcı sahibi olmasına.

Bak abisi Bora öyle mi? O da müzisyen olmak istiyordu, ama paşa paşa Galatasaray Lisesi’ne de devam ediyordu. Ailesi de ona almıştı istediği gitarı. Tamam, çok ahım şahım bir şey değil; Cümbüş marka bir akustik, ama olsun, tıngırdıyordu ya gerisinin ne önemi var!

Bizimki de arada bir abi yokken odasına girip kurcalıyordu. Abisi durumu çakınca önce attı fırçasını ama bir yıl sonra tercihini iş hayatından yana yapınca gitarı kardeşine hediye etti. Zaten kardeşi de çok yetenekliydi. O da az değil, gitarla yetinmedi, plaklarını da istedi. Aradan birkaç ay geçmemişti ki The Beatles ve Rare Earth parçalarının akorlarını çıkarmış, parçaları çalmaya başlamıştı.

Baktılar 12 yaşına henüz basmış bu çocuk hakikaten çok yetenekli, eh o halde aileye destek olmaktan başka çıkar yol kalmamıştı. Evet, destek olacaklardı, ama öyle dershaneye falan gönderip, özel hocalar falan tutamazlardı. Bizimki de kendine hoca olarak eve yeni gelen Pink Floyd, Deep Purple ve The Sweet plaklarını seçti. 

Yakınındaki arkadaşlarıyla bir araya gelerek çalma hevesine kapıldığında kendini Fenerbahçe Sosyal Tesisleri’nin alt katında yelken odasında buldu; davulun başında henüz bıyıkları terlememiş Levent Candaş vardı. Yıl 1975… 

24 yaşında askerliğini yapıp geldiğinde, Fatih Düğün Salonu’nda çalan Asım Can Gündüz ile tanışması, kendinin farkına varılması konusunda önemliydi. Michael Jackson “Beat It” yeni çıkmış, o da parçadaki Van Halen solosunun tappinglerini çıkarmış çalıyordu. Asım Gündüz bunu görünce birlikte çalmayı teklif etti, Spor Sergi’de bir konsere çıktılar. İşte o an bir topluluk kurması gerektiğini anladı ve 1983 yılında Klips vücuda geldi, davulcu Derya Bozkurt (Cins Derya) ile kurmuşlardı. Basta İlkin Deniz, klavyede Emre Tukur vardı.

Gerçi öncesinde bir The White Cheese deneyimi vardı, ama çok kısa sürmüştü, Enis Fosforoğlu Tiyatrosu’nda çalmışlardı. Bu Gür’ün ilk sahne deneyimiydi. Düğün salonlarını saymazsak tabi. Kulüp Reşat’ta gündüz prova yaparlar, akşam da karşılığında oyun havası çalarlardı. White Cheese Sinan’ın Amerika’ya yerleşmesiyle proje belirsiz bir vakte değin askıya alınmıştı.

Klips ile Türkçe ve İngilizce özgün besteler çalıyorlardı. Caddebostan Gösteri Merkezi henüz Budak Sineması iken (ki sonra bir ara da Olcayto Ahmet Tuğsuz’un işlettiği Sekiz Buçuk olmuştu) konsere çıktılar. Onları tesadüfen izleyip çok beğenen Egemen Bostancı, organize ettiği Gloria Gaynor konserinden evvel çalmalarını teklif etti. Güzel, yararlı bir etkinlik oldu, gecenin sonunda kuliste kendilerine Eurovision gibi yeni ve çok acayip bir kapı açacak olan Melih Kibar ile tanıştılar.

Hazırladıkları “Halley” adlı parçaya ilk kez bir gitar solosunun yerleştirilmesi birilerini kaygılandırdı, tutucu zihniyetin kabesi TRT’de sevilmezdi böyle “münasebetsiz” şeyler. Oysa dinleyenlerden çok iyi tepkiler geldi, ilk kez rakçılar da bir Eurovision parçası dinledi. Klips ve Onlar adıyla katıldıkları, Candan Erçetin’in vokal yaptığı bu yarışmadan sekizinci olarak çıkmışlardı; kendileri için hiçbir anlamı yoktu, ama devlet erkânı ve hükümet yetkileri önemsiyordu. Özal kabinesine bağlı yüksek yerlerden konser teklifleri aldılar. Klips çok tanınmıştı, ama herifler halen halk otobüsüne biniyorlardı. Ceplerinde doğru dürüst bira parası yoktu.

Neyse ki Ayla adında bir arkadaşları 4. Levent’teki villasını açmıştı onlara, bila bedel; çalışın, prova yapın diye. Ne yapacağız diye kara kara düşünürken, devrin en büyük reklam ajanslarından biri evin telefonunu bulmuştu. Ahizenin diğer ucundaki ses çok gizli bir iş için görüşmek istiyordu. Pepsi-Cola için bir reklam filmi çekilecekti, Gür’ün Tina Turner ile düet yapmasını istiyorlardı. O zamanlar kamera şakaları da yoktu, o yüzden inanmakta zorluk çekseler de, önüne sözleşme ve Belgrad için uçak bileti gelince işin ciddi olduğu anlaşıldı. Tina Turner her ülkeden bir müzisyenle bu reklamı çekiyordu, 1987 yılında da Türkiye’den Gür seçilmişti; muhtemelen Eurovision performansı nedeniyle. Bu çekimlerde bir resim çektirmeyi bile düşünmemişti, genç adam.

Garo Mafyan’ın İstanbul Gelişim Stüdyosu onun için okuldan öteydi, burada yaşı kendinden büyük çok müzisyen tanıdı, birer öğretmen babından. Aynı yerde dostluğunu ilerlettiği İlhan İrem’in beş albümünde yanı sıra sayısız konserinde çaldı. Gür ile İlhan İrem’in müziğine rock soundu girmişti. Özellikle sahnede alabildiğine sert sololar çıkarıyor, İlhan’ı da gaza getiriyordu. Şüphesiz kafalar da güzel; Rotterdam’da verdikleri bir konserde coşkudan kendini kaybeden İlhan, solo yapan Gür’ü omuzlarına almıştı; dergilerde henüz boy boy AC/DC fotoğraflarının yayınlanmadığı günler…

Kısa bir süre sonra İlhan’ın konser sayısını azaltınca Barış Manço olaya el koydu; ne de olsa aralarında eski bir hukuk vardı, ilk gitarını ondan almıştı; 1966 model bir Fender Stratocaster. Barış Manço için kurulan Grup Lokomotif adlı toplulukta Onno Tunç ve Murat Çekem de vardı. Tam bu sırada Sezen Aksu yükselmeye başladı ve onun konser topluluğu oldular. Artık o kadar çok konsere çıkıyorlardı ki…

Sahneden fırsat bulduğu ilk aralıkta bir topluluk kurdu kendine; Ozan Çolakoğlu keyboard çalıyordu. O günlerde Ozan’a bir iş teklifi gelmişti, beraber yapmak istedi.

- “Abi bi çocuk var, belki bilirsin, hani “Kıl Oldum Abi” diye bi parçası var.”

- “O ne Oğlum?”

- “Ya tamam piyasa işi ama tam 30 konseri var, çalalım mı?”

30 diye başladıkları konser 50 oldu. Aslında Tarkan son derece pozitif ve delikanlı bir çocuktu. Sevdiler onu ve bu uzun zahmetli zaman dilimi içinde hiç sorun yaşamadılar. Tek sorun rock duygusuna sahip değildi, ama sahnede alabildiğine gitar solosu yapılmasına da itiraz etmiyordu. Ne de olsa arkasındaki diğer adamlar Orhan Atasoy ile Özkan Uğur idi. Özellikle Tarkan’ın kıyafet değişikliği için kulise gittiği anda çaldıkları “Still Got The Blues” izleyicilerden büyük alkışlar alıyordu.

***

Onunla çalışanlar çok iyi bilir ruhen ne kadar güçlü olduğunu Gür’ün ve bu ruhun gitarına nasıl birebir yansıdığını. Onunla çalacaksanız arife tarif gerekmez, o sizin ne istediğinizi bastığınız ilk notadan anlar. Notaya da evrak der, onlara bakarak çalan müzisyenleri memur olarak görerek ti’ye alır. 

Formel bir konservatuar eğitimi almamıştır Gür, ancak bunu sahip olduğu müzikal zekâ ve yetenekle kapatmıştır ziyadesiyle. Hatta kim bilir, belki de Gür özelinde iddia edilebilir ki iyi ki de almamıştır bu ruh körelten eğitimi.

Aynı şekilde İngilizcesi de zayıftır, bilirsiniz bizim kuşak yabancı dil eğitimi görmeden, hatta bir öğretmenle bile tanışmadan mezun olmuştur. 1999 yılında Top of the Pops ödülü alacak olan Tarkan ile birlikte Almanya’ya gidiyorlar, arkasında çalan müzisyenler olarak, Mert Topel falan. Universal Tarkan’a yeni Ricky Martin muamelesi yapıyor, acaba bunu da onun kadar satabilir miyiz diye. Kokteylde sayısız ünlü yıldız var, bizimkiler konu mankeni, Universal Almanya müdürü olan hanımefendi Tarkan’ın etrafında dört dönüyor. Bir boşluk yakalayan Gür, “ulan bunlar bana da albüm yaparlar mı acaba” diyerek, hanımefendiye:

- “Excuse me, what do you think about rock music?” Kadın tenezzül eder gibi bakıyor, ne de olsa yanında Tarkan var:

- “Very old.”

- “Old, but gold.”

Böylece kendisi için ilk albüm çıkarma teşebbüsü başlamadan bitmiş, ama Nasrettin Hoca’dan aşağı kalmayacak bir yanıt vermeyi becermişti. 

Bu esnada Ajda’dan Erkin Koray’a pek çok büyük isimle çaldı. The White Cheese günlerinde Sinan tanıştırmıştı Kerim Çaplı’yı Gür ile: “Bak Amerika’dan bir arkadaş geldi” demişti. Kerim Çaplı ile (Cihangir Akkuzu, Orhan Erişir ve Hakan Beşer’in yer aldığı) Export adını verdiği topluluğu bu esnada kurdular, seksenler boyunca Kurtalan Express’in öngrubu oldular.

Bugüne değin yüzün üzerinde albüm kaydında yer aldı Gür. Millete koşturmaktan kendi albümüne bir türlü odaklanamadı. O yüzden kendi söküğünü yamayamadı. Aslan yelesi saçları, kalender kişiliği ile sayısız ünlü müzisyene eşlik etti, ama popüler kültürün içinde yuvalanmaya uygun görmedi.

Çaldığı yer neresi olursa olsun, onun derin bir roker olduğunu hep hissedildi. Kimin arkasında çalarsa çalsın ne ruhu, ne de kulağı hiç kirlenmedi, bozulmadı. Pop şarkılarının aralarına sıkıştırılmış distorsiyonlu soloları, geniş rock armonileri ile kuyruğu hep dik durdu.

Bazı özel merakları yok değil, örneğin arabalar. İlk arabası 3.16 bir BMW idi. Gece bardan eve dönerken Barbaros Bulvarı’nda takla atınca 1969 Corvette Stringray çekti altına, hayatta kalışının şerefine. Biraz para kazanınca da onu 2000 C5’e çevirdi. Şimdi bir Vito Minibüsü var, zira artık iki çocuklu bir aile reisi.

Bir de komedyenlere taş çıkartacak kadar ustaca Cem Karaca ve Barış Manço’nun sesini ve hareketlerini taklit eder. Şayet keyfi yerindeyse bu taklitleri yapar, siz de şanslıysanız hem dinler, hem de kahkahalar atarsınız; Manço’nun (kendisi gibi) çizme merakının detaylarını öğrendiğinizde, cimriliğinden dolayı Royce Royce’a nasıl Kale kilit taktığını öğrendiğinizde.   

Bildiği rakçı değerlerinden taviz vermeden çalan adam şimdi 57 yaşında, Ibanez Türkiye endorseri (tanıtıcı kişi) ve rock müzik tarihimizin koruma altına alınması gereken kültür hazinelerinden biri.

 

[email protected]