Müzisyen, emekçi ve insan; Tünay Akdeniz

Yağmurun o gün sokağa çıkanlara pek de merhametli davranmadığı bir gündü; Unkapanı plakçılar çarşısının alt katı ayak bileklerini aşacak seviyede sular altında, merdivenler baraj bendine dönmüştü. 1974 yılının kurban bayramı arifesinde, esnafı, amelesi yarım işgününü tamamlamış, akraba ziyaretleri ve tanzim edilecek etler uğruna alelacele kaçmıştı. Dışarıda çırpınan suların üzerine, sadece -daha sonra EMI olan- Kent Plak’ta yanan cılız bir ışığın feri vuruyordu.

İçeride son masanın arkasında iri ve kilolu bir adam oturuyor, önündeki dosyaya elindeki son kâğıtları yerleştirmek üzere düzeltiyordu. Birazdan kapıya kilit vuracağı, yanındaki iskemleye iliştirilmiş pardösü ve şemsiyeden belliydi.

Koskoca çarşıda böyle bir günde -hem de dışarıda- kendinden başka birinin daha varlığından haberi yoktu; zaten tahmin de edemezdi. Şirketin büyük ortağı, patron Ümit (Güner) Bey, kapı aralığından başını ürkek tavırlarla uzatan bir adama, önce şaşkınlıkla sonra kaynağı belirsiz bir acıma duygusuyla baktı, titrek selamına, müsaitseniz bir konuda görüşebilir miyiz demesine içeri buyur ederek yanıt verdi, ama öncelikle daha fazla ıslanmaması için.

Birkaç dakika içinde hikâyesini dinlediği, adının Tünay Akdeniz olduğunu, davul çaldığını ve Grup Çığrışım adındaki topluluğu ile bir rock şarkısı kaydettiklerini öğrendiği bu sevimli adama kanı ısınmıştı; belki bir o kadar da haline üzülmüş, hikâyesinden etkilenmişti. Yüzünde belirsiz bir gülümseme belirdi ve çok düşünmeden “tamam, basalım bu plağı” dedi.

Derin bir oh çekti, donuna kadar sırılsıklam adam; o anki mevcudiyetinin üzerinde ıslanmayan tek şey, yumurtalarını kanatlarının altına alan anaç tavuk gibi sakladığı bantlardı. Günlerden beri yaşadığı tüm tatsızlıklar, hayal kırıklıkları ve umutsuzluk birdenbire hafızasından silinivermişti.

***

Birkaç gün dolanmıştı çarşının koridorlarında, bir firma sahibini ikna edebilmek için, ama rock parçası olduğunu duyunca yüzüne bile bakmamışlardı. Oysa ne kadar zor şartlar altında, olmayan imkânlarla yapmışlardı bu kayıtları.  

Şarkının adı hiç o güne kadar duymadığı alışmadığı türden bir şeydi: “Salak”. Sözlerini kız kardeşinin yazdığı şarkıyı Kadıköy’de bir düğün salonunda prova ede ede düzenlemişti, gitar çalan yakın arkadaşı Kenan (Yavuz) ile.

Atilla Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan’ın ortak olduğu Şat Yapım elini uzatmıştı onlara, bila bedel hem de; “gidin boş bantlarınızı alın gelin” demişlerdi. Kiralık çalgılarla kaydedilen parçanın davulları için gereken taksi parası çıkışmayınca şoföre sırtındaki deri ceketini çıkarıp vermişti Tünay. Sonra da çıkan bandı koltuğunun altına sıkıştırdığı gibi soluğu Unkapanı plakçılar çarşısında almıştı.

Bu plağın basılmasında ikinci büyük pay, şirketin -işler büyümeye başlayınca patron tarafından şirketten uzaklaştırılan- diğer ortağı Nazmi Şenel’e aitti. Çarşının en ileri görüşlü, Avrupa görmüş adamlarından biriydi Nazmi Bey. Basın bağlantılarını kuran, punk-rock ifadesini kapağa yazan, Londra’dan getirdiği aksesuarlarla topluluğa imaj yaratan adamdı; aslında Grup Çığrışım için eşsiz bir süpervizördü.

Arkeoloji Müzesinin bahçesinde gazeteci Mete Alpman tarafından çekilmiş, üzerine sakatat asılı fotoğrafların, denetimden geçmemesine rağmen, şarkıyı TRT’de İsmail Cem döneminin yarattığı yeni heyecan ve umudun gazıyla ara sıra gece yarısından sonra çaldıran bile oydu.

“Salak” çıktıktan sonra sadece bir kez sahne alabilmişlerdi, o da Erkin Koray’ın Levent’te bir sinema konseri verdiği konser öncesinde yarım saat kadar. Devamı nasıl gelsin ki? Hiçbirini bir çalgısı bile yoktu, özel mülkiyet hanesinde.

***

Ben Fatih’te kayıt yapan minik bir plakçı dükkânında tanışmıştım Tünay Akdeniz ile. Apaçi Ayhan’ın uzun saçlarının kırıklarını aldırdığı berberin yerine açılmış olduğu için fark etmiştik orayı, zira birkaç mağaza içerlek olduğundan caddede yürüyen herkesin rahatlıkla görebileceği bir yer değildi. Hard-rock ve metal sever mimarlık öğrencisi Devrim’i tanıdık orada, müşteriye o bakıyordu, ama babasının sermayesiyle açıldığı -babasının insanlara karşı sergilediği soğuk ve otoriter davranışlardan- belli oluyordu. Tünay’ın getirdiği plaklardan master alıp kasete çoğaltanlardan sadece birisiydi Devrim. Buradan edindiğimiz en güzel şey ise, Aldo Nova’nın “Fantasy” albümünün kasetiydi ki bunu da Tünay getirmişti, ama verdiği onca şeye karşın Devrim’in babasından kaydını alamadığı bir plak için küsmüştü.

Ufak tefek, ama atletik görünüşü ve zekice bakan renkli gözleriyle bir cep herkülünü anımsatıyordu Tünay Abi. Hemen sohbeti koyulttuktan sonra müzisyen olduğunu, hatta plak çıkarttığını öğrendik. Detayları anlatmaya başladığında ise, aslında kendisini iyi tanıdığımız fark ettik.

4 Ocak 1949 tarihinde Sivas’ın Divriği ilçesinin Purunsur Köyünde doğmuştu; baba maden mühendisi, anne ev hanımıydı. Müziğe mandolin, bağlama ve darbukayla başlamış, ekonomi politik kitaplarından fırlamış bir tahlille, Asya tipi üretim tarzı bir rokerdi. 

Futbola meraklı, gençliğinde fanatik Beşiktaşlı; kar-kış demeden her maça gidiyordu. Yetmişli yılların hararetli ortamında, Kuzguncuk’un solcuların hâkim olduğu bölgede bulunan toprak sahasında maç ediyorlardı sürekli. Alt mahalledeki Ülkücüler, bir gün kendilerinden önce top oynayacak olan solcu takıma silahlı bir saldırı düzenlemek amacıyla sahanın yokuşa açılan (ve topun kaçacağı tek) yerinde pusuya yattı. Mamafih içlerinden biri sara nöbetine tutulunca apar topar hastaneye taşındı hedefteki takım, bizimkiler de daha fazla oynayabilmek için olay mahalline vakitsizce daldı. İlk kaçan topa giden Tünay, iki kişinin kurşunlarına maruz kalmış; bir kurşun deri altı ile omuriliğin arasından girip çıkmıştı. Kader Grup Çığrışım’ın Türk rock tarihinde yer almasına son anda vize vermişti.  

***

Mahalli camianın Punk Rock sözcüğü ile ilk resmi karşılaşması, 1978 yılında çıkarılan üçüncü plağın üzerine düşülen ibareyle gerçekleşmiş olsa da, aslında abimiz kanının son damlasına kadar rokerdi. Zaten tartışmaya hacet yok, lakabı Big Rocker, “işte ben tam olarak buyum” diyerek önünde secdeye vardığı ilk plak ise Led Zeppelin II.

Dışarıya verdiği görüntüyü kendi de inkâr etmiyordu; çengelli iğneler, şerif yıldızları, yırtık kotlar, ne geçmiş ne gelecek diyen 10 numara nihilist bakışlar… Anlaşılacağı üzere abimiz içeriğinden, felsefesinden ziyade gardırobuyla Punkçıydı, ama müziği, sözleri, soundu derseniz taş gibi rakçıydı.

İlla da benzerlik arayacaksanız, müzik tarzı bir parça saldırgandı, sertti, isyankârdı. Sokaktan gelmiş, argoyu ve -en iyi bildiği şeyi- mahalle delikanlısı ağzını, maço sözcükleri ve külhan ağzını şarkılara davet etmişti. İşte tam da bu yüzden “Salak” şarkısı TRT’den veto yemiş, “sözleri basit” gerekçesiyle denetimden geçmemişti. Kendisi özellikle böyle olsun istemedi, etrafındaki gericilik ve dar kafalılık sürükledi onu TRT’ye dava açan ilk sanatçı sıfatını elde etmeye. Kaybettiğini söylemeye bilmem gerek var mı?

Hey Dergisi genel yayın yönetmeni Doğan Şener bile, zamanında onları anlayamadıklarını ve gereken ehemmiyeti vermedikleri açıkça itiraf etmişti, yıllar sonra.

Askerlikten önce Karabük Demir Çelik fabrikasının İstanbul-Sirkeci mümessilliğinde çalışıyordu. Ancak kaderin garip cilvesidir ki, silahaltındayken gerçekleşen askeri darbe, onun gibi tüm çalışan sınıfın en temel haklarını budamaya başlamıştı. Terhis olduktan sonra işe geri alınmadı, alınmadığı gibi tazminatı da ödenmedi; çünkü hizmet verip geldiği asker, kurduğu diktatörlükle işçi hakları hakkındaki yasaları çoktan değiştirmişti bile.

Zor zamanlar uzun sürdü, altı yıl işsiz kaldı. Beri yandan ilk iş olarak Unkapanı’na (Rock’n Roll Disco, Nena, Rock’n Time, Breaktime, üç adet toplama Beatles gibi) yaptığı korsan plaklardan kasetlerden aldığı parayı üç kafalı bir teybe yatırmıştı. Hey dergisine verdiği ilanlarla, oluşan talepleri çekme kasetlerle karşıladı. 1983 Eylülünün biraz cesaretini topladığı günlerinden birinde de Üsküdar Adliyesi karşısında Melodi adını verdiği bir müzik dükkânı açtı.

***

Bir evin küçük odası kadar bir yer, tuvaletsiz; bir duvar boydan boya plak, üstte long, altta 45’lik. Diğer duvarlarda tekmil poster. İki teyp, bir ampli, iki hoparlör, bir de pikap anca sığmış arta kalan yere. Oturacak yer falan yok; iki kişi zor geliyor yan yana. Sohbetler ayakta, genelde kapı önünde öbekler halinde.   

Tekaütler kıraathanesinden farkı olamayan dükkân, birbirinden tuhaf insan çeşidine ev sahipliği ediyordu. Geçen haftadan sipariş veren müzik kaçkınları, ertesi hafta geldiğinde hemen öyle parayı ödeyip kaçmaz, berisinde duran uzun saçlının ne aldığını da merak eder, attığı bir lafla sohbeti koyar, uzun yıllar belki de ömür boyu sürecek kader arkadaşlıklarının temelini atıyordu.

Kaset almak için kalkıp Bursa’dan gelen öğrenci Tarkan (Gözübüyük), dükkâna hiç ayak basmadığı halde mütemadiyen telefonla arayıp verdiği siparişleri posta yoluyla alan Aptülika bunlardan bazıları.

Her okul çıkışı ile eve varış arasındaki birkaç saatini burada geçiren, okuldan daha fazla tahsil görenlerden biri de Afşin Akın. Bir gün sohbet esnasında Tünay, yanında duran sigara paketine uzanıyor. Afşin de köşedeki simitçide çakmağını az önce doldurtmuş, ama ayarı sonuna kadar açık kalmış. Hemen yerinden fırlamış yakmak için. Her şey birkaç saniye içinde gerçekleşmiş, nezaket ve saygı eylemi, Tünay’ın kaşlarının yanmasıyla sona ermiş. Afşin utanç ve üzüntüden kıvranırken, O engin gönüllü adam, büyük bir hoşgörü ve abilik duygusuyla kendini unutmuş, Afşin’i teselli etmişti.

Müzik dinlerken ani fiziki tepkiler veren, hatta sağı solu yumruklayıp kıran döken -daha sonra davulcu olan- Özgür adında bir tip dükkânın maskotu, en çok konuşulan isimlerinden bir olmuştu. Yeni çıkan 1986 tarihli Judas Priest albümü “Turbo”yu bir yerden bulup satın almış, ama eve kadar sabredemeyip hastası olduğu topluluğu bir an evvel dinleyebilmek için soluğu Tünay’ın dükkânında almıştı. Bu Judas Priest’in ilk kez klavye kullandığı çalışmaydı, ancak hayli tutucu olan bu camiada –Dr. Skull’un “Wory Zover” albümündeki “bu albümde klavye kullanılmamıştır” ibaresini hatırlarsanız- klavye kullanmak affedilmek bir suçtu. Açılıştaki “Turbo Lover” adlı parçanın klavyelerle girişini duyar duymaz fırladığı gibi platoda dönen plağı tutup yere fırlatarak ikiye bölmüş, “a. k. böyle Judas Priest’in” diye bağıra çağıra kırılan parçaların üzerinde tepinmişti.

Nadiren eline geçen Melody Maker’ı saymazsak, iki Alman müzik dergisine aboneydi; Kerrang ve Metal Hammer. Yabancı dili yoktu, dükkana gelen Alman Lisesi öğrencilerine okuturdu merak ettiği kupür ve makaleleri.

Yaptığı işe amme hizmetini de katmaktan zevk duyan Tünay, kaset üstlerinin yarısına yukarıdan fotoğraf çekilerek basılmış küçük plak kapaklarını, diğer yarısına da -şarkı adı, besteci, müzisyen, konuk sanatçı türünden- albüm bilgilerini yazıyordu. Hatta topluluğu görmek isteyenler için de dergilerden çektiği fotoları eklemeyi ihmal etmiyordu.

Kendinden sonra şehrin muhtelif semtlerinde görülecek çekme kaset satan dükkânlarının ve tezgâhlarının bilinen ilk örneğiydi Melodi. Metallica, Manowar, Venom plaklarını memleket sınırlarından içeriye ilk o sokmuştu.

***

Üç yıl sonra telif hakları yasası münasebetiyle basılan dükkândaki tüm cihazlar ve diğer mallara el konuyor, yediemine veriliyordu. Medyada uzun saçlılara ve rock müziğine karşı yürütülen kara propaganda iyiden iyiye çemberi daralttığına Karabük yolu görünmüştü Tünay’a. 

1992 yılına kadar yarı inzivaya çekildiği kuytudan, isteyene çekme kaset göndermeyi sürdürdü; aynı yıl Erzincan depreminde annesini ve yeğenini kaybetti.

İrili ufaklı mekânlarda, otellerde, düğün salonlarında eşle dostla çalarak aradı teselliyle iç içe geçmiş ekmek parasını.

Bir dönemin sembol ismi Tünay Akdeniz; müzisyenlik tarafını terazinin bir kefesine yerleştirirsek, diğer tarafında binlerce insana iyiliği dokunmuş bir müzik emekçisi kimliği yatar.

Unutmayın, biz bugün bu şarkıları bilen, seven, paylaşan, oturduğumuz yerden gurur duyan insanlar; hepimiz Tünay Akdeniz’e bir deri ceket borçluyuz.

 

Murat Beşer ([email protected])