Küçük Dev Adam

Haber -rahmetli Tanju Duru ile birlikte tanıdığım, eski eşi- Canan’dan geldi, müzik dünyasındaki mevcut tıkanıklığın hızla büyüdüğü, piyasada kepenklerin birer birer indiği günlerde; Pepo batıyordu. Banka borçları, krediler ve faizler boğucu bir hale gelmişti. Üstelik bataklıkta çırpınırken birkaç kez de dolandırılmıştı. Hacizden kurtulmak için tek çaresi bütün malları toptan satmaktı. Telefonun diğer ucundaki ses, bu plakların, CD’lerin, kasetlerin nasıl fiyatlanacağı ve gerçek değerlerini öldürmeden kimlere satılabileceği konusunda yardım istiyordu. Kendisi Pepo’yu yakın zamanda tanımış, ama samimiyetinden ve doğallığından etkilenerek sevmiş, durumunu anlamış ve hiçbir menfaat gözetmeksizin ona yardım etmeye karar vermişti. 

Durumu bildirmek için aklıma gelen ilk isme telefon ettiğimde, o zaten haber almıştı. Ertesi gün Pepo’nun dükkânına gitmek üzere buluştuk Zihni ile.

Alkol kokusundan geçilmeyen, sigara dumanından göz gözü görmeyen küçücük bir dükkândı burası, Esentepe’de. Daha önceleri ziyaret etmiş olmamıza rağmen bu kez ruhen biraz değişik göründü gözümüze. Eski keyifli, zevk dolu kahkahalarla ve bangır bangır müzikle çınlayan günlerin yerini ağır bir kasvet havası almıştı. 

O gün ben 20 civarı plak almış, Zihni ise dükkânı toptan tahliye edecek kadar bir mal kaldırmıştı. Koca günün geri kalan kısmını dükkânın önündeki küçük bahçede sohbet ederek öldürdük, ellerimizdeki çay bardaklarıyla.

Pepo birkaç hafta sonra hacizden kurtuldu, ama iflastan kaçamadı. 2010 yılının yağmurlu bir akşamında kapıyı kilitledi, bir daha açmamak üzere.

***

Pepo kelimenin tam anlamıyla minyon, 1.60 var yok. Ancak huyu suyu ile fiziği ters orantılı. Sert bir mizaca sahipti. Huysuz mu huysuz, dediği dedik, kafasının dikine bir adam. Taviz vermez, lafından dönmez; bir o kadar da inatçıydı. Hele bir de kafayı çekti mi tam olur. Siz onun Karamürsel Sepeti görüntüsüne aldanıp, dükkândan hiç mi müşteri kovmadığını sanıyorsunuz? Ya da tersi, kafayı çekerek gittiği konserlerden, taşkın hareketlerde bulunduğu gerekçesiyle güvenlik tarafından kapı dışarı edilmediğini…

Ayrıca hiç sıkıntıya gelemez, hayatını bildiği gibi, ne pahasına olursa olsun kendi özgürlük anlayışı çerçevesinde yaşardı. Belki de bu yüzden hiç evlenmemiş, çoluğa çocuğa karışmamıştı. Hayatının en uzun birlikteliğini geçirdiği annesini 2003 yılında kaybettiğinde iyice koltuk değneksiz kalmıştı. Bir ablası, bir de kız kardeşi vardı, ama hepsinin hayatları ayrı bir dünyaydı. Aralarında hiç aile ilişkisi olmamıştı dense yeriydi. Müziği tek beslenme kaynağı, tek yaşam biçimi olarak seçmiş; ruhunu ve gençlik heyecanını onlarla korumuş -muhiti kalabalık olsa da kendisi- yalnız bir adamdı.

Torbaları sarkmış renkli iri gözleri, seyrelmiş beyaz saçları, gittikçe hiç susmayan çenesiyle tam bir ihtiyar delikanlı görüntüsüne sahipti; zira boynundaki fuları (bazen atkısı), kafasındaki kepi, blucin takımı; her daim genç gibi giyiniyordu. Dustin Hoffman’la hiçbir bir benzerliği bulunmasa da, tam bir Küçük Dev Adam’dı. Görünüş itibarıyla biraz Edip Akbayram, biraz Kermit, ama daha ziyade Marty Feldman.

***

Gelibolulu Musevi bir ailenin 1945 doğumlu çocuğu Pepo (Sıvacı). Önceleri müzikten ziyade sinemaya meraklıymış. Memleketindeki Orduevi’nde görevli askerler, onu bilinmedik sebeplerle ya da birine benzettikleri için paşa oğlu sanırlarmış. Pasta limonata ikram edip, yanında hazır ol da dururlarmış, hatta yüksek sınıfa mensup insanların güneşlendiği Hamzaköy Plajı’na bile sokarlarmış. Seyretmediği Louis De Funes komedisi, John Wayne westerni, Doris Day müzikali kalmamış buradaki Ordu Evi’nde. Gençliğinde çizgi roman namına ne çıkıyorsa toplamış: 1001 Roman’dan, Pekos Bill’e… Evlerinde bir radyoları bile yokmuş, ama komşunun bahçesindeki incir ağacı sağolsun; habire ona tırmanarak çalan radyonun sesine kulak verirmiş saatlerce tepesinde.

Romanlar arasında büyümüş, belki de bu yüzden Ali Okulu’ndan mezun bir hayat adamı olmayı tercih etmiş. Okumak “büyük adam” olmak falan yoktu gözünde. Kabuğuna sığamayan bu gence zaten dar geliyormuş buralar. 1960 İhtilali’nin hemen ertesinde atıvermiş kendini İstanbul’a, henüz 15’indeyken.

Karaköy’de bir kitapçıya çırak olarak girmiş, patronu Ali Rıza Amca da tam bir iyilik perisi, kapı gibi bir dost, üstelik de azılı komünist. Bakmış bu acar delikanlıda iş var, hadi demiş sana önayak olayım da bir dükkân aç kendine. Bu güzel adamın teşvikiyle Şişli Kent Sineması’nın karşısında, hani o kıyısından köşesinden Beşiktaş dolmuşlarının kalktığı (şimdiki adı Tayyareci Mehmet Ali Bey olan) Zambak Sokak’ta atılmış esnaf hayatına.

***

Adı Şenay Kitabevi olan bu dükkânın tabelasını uzun süre indirmemiş, ama artık herkes tanıyormuş onun Pepo olduğunu. Dükkâna bir isim vermediği, tabela asmadığı için kendi adıyla anılır olmuş. Önce bir süre oyuncak, kırtasiye ve kitap satan bir dükkân olarak ilerlemiş. Derken hem memlekette basılan ilk 45’liklerin, hem de dışarıdan gelenlerin sayısı artmaya başlamış. Bir de kaçak yollardan İran baskısı plaklar geliyormuş, Top 4 dedikleri. Bu adı vermelerinin nedeni de, iki önde iki de arkada toplam dört şarkı varmış. Derken açılan kapağıyla The Beatles’ın “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band” albümleri, üstündeki hologramıyla Rolling Stones’un “Their Satanic Majesties Request”leri geçmiş eline.

Tüm vitrini kaplamış bunlarla; O artık tam bir plakçı olmuş, hem de sosyete Şişli’nin ortalık yerinde. 

1970 yılında İngiltere’ye gittiğinde, orada yaşayan Asil Nadir’in genel müşaviri Ramazan Güney ile sıkı arkadaş olmuş. Londra’da Tiyatrolar Sokağı’nda güzel bir dükkânı olan bu nüfuslu arkadaş, ilişkilerini kullanarak kıyak bir iş bağlamış Pepo’ya:

- “Island Records’un Avrupa temsilcisi olmak ister misin?” diye sormuş.

Kendine paranın esiri bir tüccar hayatını münasip görmeyen Pepo, hayatını başka bir yola sokacak bu teklifi bir dakika bile düşünmeden reddetmiş:

- “Giremem ben iş dünyasının o cilalı binalarına, hayatımı yaşamak istiyorum keyfimce” diye kestirip atmış.  

İşin gerçeği, onun aslında o esnada yegâne meramı çantalarını olabildiğince plakla doldurup dükkânındaki basit hayatına dönmekmiş. Çünkü o kadar çok şey keşfetmiş ki; ne acayip müzikler yapıyormuş arkadaş bu Soft Machine, Curved Air, Caravan denen topluluklar… Evet, gerçekten dönmesi ve onları bir an evvel şu kendini beğenmiş meraklı arkadaşlarına dinletmesi lazımdı!

***

En büyük hayranlığı Joni Mitchell’e beslemiş hayatı boyunca. Karşı cins konusundaki beğenilerine ipucu oluşturuyor mu, bilmiyorum, ama onun (ayrıca Melanie ve Susanne Vega) gibi ince, düz uzun sarı saçlı bütün şarkıcılara “veremli kız” sıfatını takmış. Çılgınlık bu ya! Seksenlerin sonunda Joni’nin menajerinin kontaklarına ulaşmış, hatta teklif bile almış. İstenen 15.000 doları cebinden ödeyip onu buraya konsere getirmeyi çok istemiş, ama burada işi organize edecek adamların ciddiyetsizliği nedeniyle hevesi kursağında kalmış.

1979 yılına kadar Şişli’de bu dükkândaydı Pepo, ancak para hırsına kapılmış mülk sahibinin binayı kökünden satması üzerine tahliye etmek zorunda kalarak tüm malı bir depoya dönüştürdüğü evine taşımış.

O yılı -babasının vefatı da bunun üzerine eklenince- büyük bir bunalım içinde geçirmişti ki karşısına Nino Varon çıktı. Ortak oldular ve Osmanbey’de Nino’nun Nova adındaki dükkânında yeni bir sayfa açtılar. Aslında Nino da iflasın eşiğindeydi bu ortaklık öncesinde ve başka bir çaresi yoktu. Beri yandan Odeon firmasının genel danışmanlığını yapıyor, ama alabildiğine düzensiz ve müsrif bir hayat sürdürüyordu. Pepo sadece onu ve ortaklığı toparlaması için -müzik işiyle hiçbir alakası olmayan- Yunan kökenli Rum arkadaşı Oresti Baloğlu’nu da muhasip olarak bu işe ortak etti.

Konu sadece sıkıyönetim günlerinde uzun saçlı olduğu için askerler tarafından tartaklanması falan değildi. Hiçbir şey arzuladıkları gibi ilerlemiyordu. Nino bildiği hayattan vazgeçemedi ve ailesinden miras kalan bu dükkânda hep birlikte iflas bayrağını çektiler.

1985 yılında ortaklık sona erdiğinde Pepo hem yüklüce bir sermaye, hem de 15.000 civarında plağını kaybetmişti. Büyük bir hayal kırıklığının ardından Gayrettepe’deki son dükkânını açtı, hani o güzel bahçeli.

***

Önünde daha yaşanacak güzel ve parlak günlerin olacağına olan inancı pekişmeye başlamıştı artık. Sıklıkla Almanya’ya gidip geliyor, yeni albümler getiriyordu. CD dönemi açılmıştı, herkes evindeki plakları atıyor, satıyor, eskiciye veriyordu ama bizim “dinozor” hiçbir arşiv plağını elden çıkarmamıştı.

Dükkâna ayak basanlar arasında Erkin Koray, Galip Boransü, Orhan Atasoy, Nuri Kurtcebe, MFÖ elemanları vardı. Dönemin tüm loser’lerı, çatlakları, yarı-meczupları bunun dükkânını tımarhane gibi bellemişti.  

Tavla, bilardo, iskambil oyunları, toto, loto; ne ararsan vardı Pepo’da, ama yine de kıraathane niyetine kullandığı dükkânı dışında Hidromel’e takılırdı arkadaşlarıyla. Bir başka İstanbul yaşanıyordu o vakitler gece hayatında. Hem gündüzleri de iyiydi bu şehrin; dostluk ve arkadaşlık bugünküne oranla çok sağlamdı. Öyle bir klan olmuşlardı ki, 30-35 kişi toplanıp sinemaya gittiklerini bile anımsıyor. Fırsat buldukça onlarla tuttuğu Fenerbahçe takımının maçlarına gitmeyi de ihmal etmezdi.

Dükkânda “kötü müzik” yasaktı. Gelenler bu konuda özgürlüklerinin sınırını iyi bilirlerdi. İçki ve sigara içebilirler; arka kısma geçer, toz toprak arasında bir şeyler arar, bulur, satın alırlardı. Ancak kötü olduğu bilinen ya da ne idüğü belirsiz bir şeyi asla tıngırdatamazlardı. Zaten Pepo’nun tüm huysuzluğu da bu noktada başlardı. 

Hali vakti epey yerinde, işadamlarından, zengin çocuklarından oluşan müşterilerine bile onlarca albüm alacaklarını bildiği halde taviz vermezdi bu konuda: “şuradaki discman, walkmen her neyse onla dinle ya da evine götür orada dinle alacağını al, almadığını geri getir” der, ama yine de onların eline teslim etmezdi müzik cihazlarının tuşlarını. 

Plağı mümkün olduğunca makul fiyatlara satar, hatta kendi kafasına uygun müzik dinleyenlere kıyak da yapardı. Üst üste yığılmış plak ve 25’lik CD kutularından oluşan kulelere ulaşmak için bir merdiveni vardı. Artık müşteri de alışmıştı; albümün yerini biliyorsa -ben iş adamıyım, kurumsalda çalışan bir kravatlıyım, yok efendim yöneticiyim falan demeden- kendisi tırmanıyordu.

Hepsinin bir tarafları kalın değildi tabi, şüphesiz çulsuz öğrenciler de vardı burada. Zaten kazıkçı değildi. Onlara da taksitle satardı Pepo, harçlığını aldıkça yanına gelirlerdi. Olmadı ödeyemedi mi? Bağışlardı o borcu.

***

Dinlemediği, bilmediği plağı satmıyordu. Tutkuyla bağlandığı topluluk ve sanatçıları ise daha iyi satıyordu. Ancak bundan tekse ve yerine yenisi konamayacaksa, satmaktan imtina ettiği, hatta plağı kavga dövüş sakladığı da vakiydi.

Dükkân o kadar küçüktü ve her şey o kadar üst üsteydi ki bir şey bulmak hemen hemen imkânsızdı, ama o elini atar atmaz iki kutu kaldırır, bir blok plağı kaydırır ve aranan şeyi bulurdu. Bunları yaparken ekseriya uflar-puflardı ama içinde bir yerlerde de mutluydu. İşler iniş merdivenlerine yönelirken, hayat yolculuğunda Opel Diplomat’tan inmiş, külüstür bir Mitsubishi minibüse binmişti, ama umurunda değildi ve mutluydu.

İnternetten önce memleketteki en iyi müzik kaynağıydı burası. Arşiviyle böbürlenen sayısız koleksiyoncunun, müzik adamının, radyocunun tedarikçisiydi. Açık Radyo’nun önde gelen simalarından Jak Kohen bile uzun yıllar çalışmıştı burada. Hatta birlikte resmi bir ithalat denemeleri olmuş, ancak gelen plakların yarısını kendilerine ayırdıkları için zarar etmişlerdi.

O kadar güvenilir bir okuldu ki bu dükkân, onun yanında bir hafta çalışan Şamdan’a DJ olurdu. Bir dönemin en önemli piyasa referansıydı Pepo, aynı zamanda müzik adresi.

Halen anlatılır: bir gün bir Yanki girmiş dükkâna, üç tane albüm sormuş. Üçünü de çıkarıp tutuşturmuş eline adamın Pepo. Duygulanan adamcağız:

- “Ben subayım, bütün dünyayı dolaşıyorum, gitmediğim liman kalmadı, Amerika’da bile bulamadım bunları, burası gerçek hazine” demiş.

***

Hayatını müzikle kazanmasına rağmen müzik merakını ticaretin önüne koyduğu için sistemin dışında kalmıştı Pepo. 70 yaşına geldiği halde ruhunu satmayı halen şiddetle reddediyor.  

Bilgisayar kullanmayı, interneti bilmiyor. Hatta cep telefonu ile birkaç yıl önce tanıştı, isim kaydetmeyi çok daha sonra öğrenebildi. İçinde birkaç resim bulunan kırık dökük bir facebook sayfası var, ama onu da kendisi açmamış.

Soğuğu sevmiyor, buranın değişken havasından kaçıyor. Aslına bakarsanız sıcacık bir huzur arıyor. Belli bir geçim kaynağı olmamasına rağmen Küba, Tayland, Vietnam demeden geziyor. Arada bir geliyor, dükkândan kalan malları yığdığı Dolapdere’de bir evde kalıyor ve bunları adamını bulursa satıyor, savıyor.

İstanbul’un kaybetmemesi gereken nadir değerlerden biriydi Pepo ve kendi adını taşıyan bu dükkân. Ama olmadı…

 

Murat Beşer ([email protected])