Kronik Özer (1)

Her Pazartesi akşamı canlı yayındalardı. Sinir bozucu bir ses tonuyla sunuyorlardı programı, mahsus bilerek:

- “Şimdi size bir parça çalacağız, ama azıcık çekiniyoruz. Biz Metallica’nın “Wherever I May Roam” şarkısını yorumladık. Pekiyi olmadı ama ya bi dinleyin bakalım, sonra da görüşlerinizi söylersiniz.”

Tahmin ettikleri tepkiler gecikmedi, yağmur gibi hakaret yağıyordu:

- “Bu Türk grupları bok gibi arkadaş”

- “İğrenç”

- “Ulan çalmayı öğrenin de öyle çalın”

- “Siz kim, Metallica kim, salaklar”

Program boyunca süren yorumlara kapatırken bir anons ile yanıt verdiler. Dinleyiciye küçük bir oyun oynamışlardı. Çaldıkları Metallica’nın ta kendisiydi. Parçanın topluluk tarafından yıllar önce yapılmış bir demo kaydını bulmuşlardı.

İki kafadar daha önce Kara Tren diye bir program yapmışlardı, rock’n roll ansiklopedisi gibi bir şey. Hayali bir yolculukta Amerika’nın dağlarını, ovalarını, çöllerini aşıyor, efsane müzisyenlere ulaşıyorlardı. Ancak bu başkaydı, metal ve ailesine hitap ediyorlardı, ancak eski klasik metal parçaları ile sınırlı değildi playlistleri; Alice in Chains’den Mudhoney’e, Seattle’dan Grunge’a modern seslere de açıktı. Sert takılıyorlardı; zaten adından da belli: Azı Dişi Kerpeteni

Kronik topluluğundan gitarcı Özer Sarısakal ile basçı Tolga Seyhan’ın Kent FM’de 1992 yılında yaptığı (ve bir buçuk yıl süren) bu program, Remix İhsan’dan Athena Gökhan - Hakan kardeşlere sayısız konuğu ağırlamıştı.

Özer’in radyodaki işi sevabına program yapmaktan çok öte. Maaşlıydı; teknik masanın başına geçiyor ve bir prodüktör gibi saatlerce başkalarının programlarına yönetmenlik yapıyordu. Kendisini bu işe sürükleyen Mümtaz Eryaman idi. Bir akşam Köprüaltı’nda karşılaşmışlardı, bira içtiler…

4 Haziran 1992 akşamı başlamıştı deneme yayınına bu radyo, akşam 22:00 suları. İlk çalan şey de kendilerinin yani Kronik’in “Endless War” albümüydü. Hemen yakındaki bir radyoyu açtılar, istasyonu buldular. Evet, çalıyordu. Ardından da telefona sarılıp Aptül’ü aradılar:

- “Baba, şu 101.1’i açsana. Bak bakalım bir şeyler duyuluyor mu?”

- “Oolum, bu sizin henüz çıkmamış albüm değil mi?”

Gitarcılığı alaylıydı Özer’in. İlkokulda mandolin çalıyor, klasik gitara hevesleniyordu. Ama bir gün Sweet, Status Quo ve Deep Purple dinleyince kafası karıştı. Duygu ve düşünceleri sarsıldı. Galiba daha acayip bi dünya vardı dışarıda, henüz tanışmadığı. Motörhead’in “Ace Of Spades”, sonra da Venom’un “Black Metal” albümleri çıkınca gitarcı olmayı iyice kafaya koydu. Lise ikiden üçe geçtiğinde hediye olarak bir gitar aldırmayı başardı annesine. Sultanahmet’te bir dükkânda daha önce gözüne kestirmişti, o ağaç desenli ahşap kasa İtalyan Echo marka yarı elektrikli gitarı.  

Hay aksi! O albümlerdeki gibi sesler çıkmıyor ki bu meretten. Nasıl öyle çalarım diye karadüzen kafasıyla tırmalarken kurdeşen döktü. Ortalıkta metal gitarı nasıl çalınır dersi verecek ne adam var, ne de öğretici videokasetler. İnternet zaten ışık yılı uzakta, daha her evde telefon bile yok. Henüz overdrive veya distorsiyondan haberi olmadığı için uzun süre bu işin kendi çalış şekliyle alakalı olduğunu zannetmişti.

Galip Dede üzerindeki müzik çalgısı satan dükkânları keşfetmiş, Asım Can Gündüz ile tanışmış, bir şeyler sormuş, sahnede Devil’i izlemişti. Vay canına, asıl mesele pedallardaymış…

Bir şeye ulaşmak için öncelikle varlığında haberdar olmalı değil mi? Meğerse Tünel’de birkaç dükkân varmış; böyle gençlik bunalımı yaşayan arkadaşlara yardımcı olmaya hazır.

Tamam, şimdi jeton düştü. Jeton düştü de alacak paran var mı? O sıralar elektronikten sınıf arkadaşı Bahadır’ın (müstakbel basçıları Levent’in abisi) Karaköy’de radar tamir bakım atölyesi var. Gitar için elektronik devre şemaları buluyor bunlara. Ama öyle maket uçak yapmaya benzemiyor iş tabi. Tonla efekt aleti şeması var, ne adlarını biliyor, ne de ne işe yaradıklarını. Bunların hangisi tam olarak istediği sesi çıkarır ki?

Başka yolu yok, gözüne kestirdiği bir tanesini yaparak deneyecek. Önce elektronik devre parçalarının aynısını yoksa karşılıklarını bulmuş, bu açık şemaları baskılı devre haline dönüştürmüş, bakırlı levhaya çıkararak, delmiş lehimlemiş ve kullanılır hale sokmuştu. İlk yaptığı şey flanger benzeri bir şey çıkmıştı. Yok, istediği bu değildi!

Sonunda bir tanıdığın tanıdığından denemek amacıyla ödünç alınan Boss-DS1efekt pedalını “işte bu” diyerek, aynı gece söküp kargacık burgacık elektronik aletin açık şemasını çıkardı, baskılı devresini çizimle kopyalayarak (bazı parçalarda bir şey yazmadığı için renk kodlarını tahmin ederek) yaptı. Tamam, bu sefer olmuştu, ses karakteri biraz farklıydı, ama sorun yoktu.

Hatta daha sonra dinleyip beğenen ve sipariş edenler bile oldu. Bazılarına bitpazarından alınmış eski radyo devrelerinden çıkma parçalar da koyuyordu. Her yaptığı bir öncekine benzemiyordu ton olarak, bu da çıkan işlere ufak çapta bir orijinallik katıyordu. Piyasadan iş teklifleri almaya başladı.

Özer, 1985 yılında Haydarpaşa Lisesi’nin binasında bulunan M.Ü. Teknik Eğitim Fakültesinin elektronik bölümünde okurken kuruldu Kronik. Sürekli Basçı Özgünay Ünal ile kaçtığı, kendileri gibi kafadar adamlarla buluştuğu Kadıköy’de… Davulcu Fevzi Ilgın’da gelince sacayağı kuruldu, ama ilk albüm çıkana kadar daha köprünün altından çok sular akacak, hayli zaman geçecekti.

Henüz yan yana gelişlerinin adını bile koymamışken, Fevzi’nin babasının Esenler’de dağ başında gecekondusu vardı, orada prova yapıyorlardı. Gitmek için bindikleri minibüste onlar uzun saçları, yırtık blucinleriyle gitar taşırken yanlarında oturan amcanın kucağında bir tavuk, önlerindeki teyzenin çıkınında da buram buram kokan keçi peyniri vardı. Çaldıkları sırada pencereye toplaşan çocuklar, gürültü yapıyorsunuz diye kapıya dayanan pala bıyıklı heybetli abiler…

Kısa süre içinde beş kişiye çıktılar, ama hayat bu heyecanlı çocukların kaderini o günlerde istediği gibi çizmelerine izin vermedi. Çoğunu “bakın daha güvende olursunuz” vaadiyle müzik aletlerinin içinden aldığı gibi, iş dünyasının çarklarının arasına atıverdi.

Kavır süreci yok denecek kadar kısa bir topluluk oldu Kronik. Çalgıları kapıp soluğu stüdyoda alır almaz orijinal bir şeyler çalmaya başladılar. Zamanında kendi bestelerine bu kadar hızlı yoğunlaşan başka rock topluluğu yok denecek kadar az.

İlk albüm çıkmadan az önce Yunanistan’dan konser teklifi almışlardı. Villa Amelias adlı anarşist hareket bunları Atina ve Selanik’te işgal evlerinde çalması için çağırmıştı. Bilet vs her şey hazırdı, ama davulcu Torab Majlesi, İran vatandaşı olduğu için Yunanistan konsolosluğundan vize alamadı.

İlk albümü çıkarmak için plak şirketinin iki sahibi Hades Volkan ve Kemal Güzaltan ile köprüaltında buluşacakları gece bile köprünün yanacağı tutmuş, bula bula onları bulmuştu. Sadece bunun yüzünden bile buluşmaları haftalar sonraya kalmıştı. İşte o yüzden köprünün kazıklarının çakılma sesiyle başlıyordu albüm. Neden her şey bu kadar zordu? Sanki müzik tanrıları da karşıydı onlara…

1988 yılında Harbiye Açıkhava’yı tuttular ilk büyük konserleri için. Herkes elindekini yatırmıştı, mekânı kiralamak için; hatta basçı Levent annesinin bileziklerini bozdurmuştu. Gün geldi çattı, 2000 kişinin yığıldığı kapıda gelin görün ki bilet kesecek bir Allah’ın kulu yoktu.

Bilet kesecek arkadaş profesyonel değil tabi; kendileri gibi roker. Herif öğleden başlamış içkiye, şimdi kim geçecek bu kafayla işin başına. Hemen koşup orada görevli odacılık yapan bir müstahdem buldular, zar zor ikna ettiler. Adam önce gişenin anahtarlarını aradı, buldu. Sonra eline tutuşturulan bilet tomarlarıyla kapıya yollandı. Tek başına bu işi kıvırmak mümkün değil, ne yapsın adamcağız! Bakmış önünde de iki ergen kız dırdır ediyor:

- “Çok biliyorsanız gelin yardım edin.”

- “İyi” diyor kızlar da…

Bizimkiler içerde ıstırap sıçarken, bi ara gidip bakıyorlar neler oluyor diye. Tablo şuydu: adamın bir yanında iki kız, öbür yanında dağ gibi para. Hani hip-hop albümlerinde resmi olan şarkıcılar vardır ya! Dert çeken bunlar, rock’n roll’u yaşayan müstahdem…

Hasılat fena değildi, önce Levent’in annesinin bileziklerinin parasını bir kenara koydular, sonra da konsere konuk olarak çağırdıkları Pentagram’ı ödediler. Bir de üstüne üstlük rüsum vergisi diye belediyeciler gelmesin mi! Diğer ıvırı kıvır giderler derken, her çaldığı mekânda alacağı parayı içkiye yatırıp borçlu çıkan rokerler için makus talih değişmemişti. Bu kez de ses tesisatını ödeyecek para eksik kalmıştı. Çare bulundu: borcu ödemek -biraz da müziğe yatırım yapabilmek- için bir yıl çalıştı Özer o şirkette.

Akıllanmamışlardı, bir yıl sonra 30 Nisan gecesi ikinci büyük konserleri için yine aynı mekânı tuttular. Bu kez de polis bastı, konsere saatler kala:

- “Ertesi gün 1 Mayıs, çalamazsınız, provokasyon olur şimdi burada, zaten ihbar var.”

Neyse ki mekân yönetimi olaya tanık olmuş, insaf göstermişti. Onlara iki hafta sonrası için gün verdi, yatırdıkları paraya istinaden.

***

İlk kez Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde Poseidon ve Sadaks ile sahne aldıklarında tüm kötü anıları bir çırpıda unuttular. Evet, bu kadar zahmete, eziyete değerdi müzik. Ardından Üsküdar Mutlu Düğün Salonu, ardından da 1988 yılında -bir dolu popçunun ve dans ekibinin arasında Kramp ile- Gençlik Günlerinde çaldılar. Artık üçlünün müziği oturmaya başlıyordu, ama öte yandan çok sert bulmuşlardı onları, Kramp bile bu kadar zorlamamıştı kulakları. Demek ki halkımız henüz hazır değildi metale!!!

Bu dönemeçte kazandıkları en önemli şey Kramp’ın dostluğu oldu. Her ikisinde de ikinci gitarcı ihtiyacı vardı, özellikle sahnede. Ankara, Ambarlı, İstanbul Merhaba Disko derken, Doğan ile Özer her iki topluluğa da yan yana çalıyordu; artık kanka olmuşlardı.

Harbiye’de Hole in The Wall ve Headbangers ile birlikte konser düzenlediler. Konser öncesinde Headbangers basçısı Manav İsmail geldi:

- “Bizim gitarcıyla davulcu ayrıldı, ne bok yiyeceğiz bilmiyorum!”

Ne olacağı ortada, artık bizimkiler kadrolu müzisyen gibiydi. Fevzi ile Özer çaldılar tabii ki konserde, Headbangers elemanlarıyla.

Kader ortaklarının sayısı artıyordu. Headbangers solisti Bülent’in Kadıköy’de tren yolunun bitişiğinde iki katlı evinde hep beraber provalara başladılar. Adeta komün olmuşlardı. Kafaları her konuda uyuşunca, Taksim’de bir de tezgâh açtılar. Yıl 1989, Mümtaz, Alex ve Eray vardı, yan yana sıra sıra. Önce mask ve takılarla başlayan muhabbet, işin içine İsmail’in arşivi girince hepten çekme kasetlere dökülmüştü.

Hadi oldu olacak kafa müzisyenler olarak bari bir de ortak ev tutalım! Geldiler Kurtuluş’a, son duraktan bir önceki sokak, atış poligonunun tam karşısından inen yolda. Evin içi pimi çekilmiş bombalarla doluyken, dört kafadar tam bir rock’n roll hayatı yaşarken Bülent evlendi, Hollanda’ya gitti. İsmail’i de belki adam olur umuduyla annesi ispiyonladı asker kaçağı diye. 

(Devam edecek…)

[email protected]