Kaos’tan çıkan müzisyen

Şayet terazinin kefelerine yerleştirirsek müzisyen ruhu sanki biraz daha ağır basıyordu, yöneticilik kısmına Hakan Kurşun’un, ama bilgi birikimi ve ileri görüşlülüğü ile o koltuğu sonuna kadar hak etmişti. Ben kendisini 2004 yılında EMI Türkiye Genel Müdürlüğüne gelişinden evvel tanırdım, ama bu mevkie geldikten sonra daha sık görmeye başlamıştım.

Memlekette ne kadar alternatif müzik topluluğu varsa ani bir heyecan dalgasına kapılmış, nihayet bizi anlayacak biri iktidara geldi diye EMI’ın kapısını aşındırmaya başlamıştı. O da gelenlere kat-kravat patron gibi değil, vicdan sahibi bir yönetici olmasının yanı sıra bir müzik direktörü gibi davranmayı elden bırakmamıştı. En çok tavsiye ettiği şey de şarkılara solo koymaları ve özellikle elektrik gitarı hakkını vererek çalmalarıydı.

Ancak ortada minik bir sorun vardı. Hakan öncelikle bir müzisyendi, duygusaldı, hassas ve kırılgandı. Hepsinden vahimi de iflah olmaz bir hümanist ve yufka yürekliydi. Sektörü uluslararası ölçekte çok iyi tanıyordu, iyi de bir teorisyendi ama öyle anlar geliyordu ki sanatçı damarı ile yöneticiliği yer yer sürtüşüyordu. Örneğin tüm yerelliklerde riayet edilmesi gereken kararı ileten bir telefon geliyordu:

- Derhal çalışanların yarısının işine son verin!

Bunu mümkün değil, yapamazdı. Üç yılın sonunda özel nedenlerle aldığı istifa kararı, müzisyen kimliğinin yeniden tetiklendiğinin habercisi gibiydi.  

***

Bu noktaya uzanan yolun dolambaçlı ve uzun bir hikâyesi vardı. 1989 ile 1994 arasında Varşova’daydı Hakan. Sosyalizm sonrası kurulmuş Zic-Zac adlı genç ve dinamik bir müzik firmasında çalışıyordu, yapımcı olarak.

Çokuluslu şirketler ise, “globalizasyon” çerçevesinde farklı ülkelere yayılma politikası izliyordu. Müzik sektöründe de yerel şirketler alınıyor, satılıyor, merkeze bağlanarak birleştiriliyordu. Bu tip şirketler etraftaki yerel sanatçıları -dünya pazarında büyük işler yapabilme hedefiyle- bünyesinde topluyor, Hakan’ın yapımcılığında stüdyoya sokuyor, albüm kaydettiriyordu.

İlk önce BMG yöneticileri buldu onu burada, çünkü daha birkaç gün önce çalışagelmekte olduğu Zic-Zac’ı satın almışlardı. Ancak rakipsiz değillerdi, EMI ve Polygram da Polonya pazarında faaliyete başlamıştı.

İşler Hakan için kıvama gelmek üzereydi ki sıkıldı ve memlekete döndü. Tam da peşi sıra oradaki yöneticiler Polonya operasyonunu tamamlayıp Türkiye pazarına gelmesinler mi?

Satın alacak firmaları arıyorlardı ve bunun için Raks’tan daha münasibi yoktu ve onu da Polygram kaptı. Bu zamanlama Hakan’ın ilk albümü “Kaos”u aynı şirketten çıkardığı ana denk gelmişti. Bu şu anlama geliyordu; adamların bu yabancı topraklarda güvenebileceği eski bir dost vardı. Polonya’da bulunan merkez üst düzey yöneticiler, kendilerinden Virgin’ı isteyen Hakan’a yeşil ışık yakmışlardı. Böyle başlamıştı EMI macerası.

***

Çocukluğundan beri bir yerlere vurarak ses çıkarmayı, çıkardığı seslerle içgüdüsel olarak bir ahenk tutturmayı seviyordu. Doğuştan davulcu muydu ne?

Almanya’da Hanau’da doğmuştu, 1967 yılında. 14 yaşına kadar Hofheim’da kaldı. Yaşıtlarına göre biraz şanslıydı, gurbetçi bir işçi ailesine mensup değildi; baba avukat, anne jinekologdu. Bu da daha iyi bir okul, çevre ve imkân demekti. 

Yetmişli yılların Almanya’sında İlkokulu okurken -her çocuk gibi- flüte başlattılar, müziğe istidadı var diye. Ama onun gözü yolun tam karşısında oturan komşularının -ve pencereleri içeriyi görecek kadar birbirine paralel- kendinden 5-6 yaş büyük oğlunun kucağına koyarak çaldığı elektrik gitardaydı. Bir gün misafiri oldu, Jethro Tull’ın “Locomotive Breath”i ne kadar güzel çaldığını bizzat gördü, dinledi. Hem o çocuğun dinlediği şeyler de insanı baştan çıkaracak kadar güzeldi. Evdeki toplama Oldies plaklardan, Amerikan Rüyasından fırlamış “ideal insan” kılıklı parlak şarkıcılardan sıkılmıştı zaten. Artık harçlığını ne için biriktireceği belliydi, üstelik evde pikap ta vardı, hani şu kocaman dolabın içinde olanlardan. İlk aldığı plak Pink Floyd’un “Wish You Were Here”ı oldu, en iyi arkadaşları da arkadaşlarının abileriydi artık. Takıldığı en iyi ikisinden biri Genesis, diğeri The Doors manyağıydı. Sadece bu mu; müzisyen olmayı da kafasına koymuştu.

***

1981 yılında ailecek döndüler, askeri darbenin çizmeleri altında inleyen memleketlerine. 4. Levent’te oturuyorlar, tankların geçtiği caddeden nispeten az etkileniyorlar, “netekim” bu faşist cehennemden nasiplerine düşen payı -en azından kültürel olarak- alıyorlardı. 

15 yaşında kendini dağıtacak yer arayan bu ateşli gencin 1981’in bu karanlık kışında İstanbul Erkek Lisesi’ndeki arkadaşlarıyla birlikte bir rock grubu kurmaktan başka yapacağı daha iyi bir işi yoktu. Kısa Devre adını verdikleri toplulukta ihtiyaca göre hem davul, hem de bas çalıyordu. Zira bu iki çalgı bizim ülkemizde gençlerin o vakitler nispeten daha az tenezzül ettiği çalgılardı.

Gençlikte zaman hızlı akar, her şey kısa sürer. Hakan’ın kurduğu, içinde yer aldığı topluluklar da öyle oldu. 1982 sonunda Aqua’yı kurduklarında davulun başına geçmişti.

Okul arkadaşlarıyla bir çeşit komün hayatı yaşıyorlardı, cunta sonrası dönemde. Sokaklar boştu, geceler yalnızdı; sadece asker postalları ve bekçi düdükleri duyuluyordu dışarda. Aşiyan sahilinde ateş yakıp müzik yaparlar, son otobüsün geçişini izlerler ve sokağa çıkma yasağı başlamadan evlerine dönerlerdi. (*)

Başka topluluk maceraları da oldu Hakan’ın arada. Bir yıl sonra Alman Lisesi’nden arkadaşlarıyla kurduğu Other Gate onun için bir dönüm noktasıydı, çünkü artık burada ne istiyorsa onu yapıyor; gitar çalıp şarkı söylüyordu. 1985 yılının Norm’u ise onun ilerde tanık olacağımız müzisyenliği hakkındaki en önemli ipuçlarını taşıyordu.

Hayat onu biraz da kendi istediği gibi itekliyordu 1987 yılında Mimar Sinan Üniversite’sine girdi, istatistik okumak için. Ona göre değildi; Ankara’da Alman Dili ve Filolojisine geçti, ama amaç yine başkaydı. Buradan Viyana Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptı.

Boş ver şimdi filoloji milolojiyi! Kaytardı, özel bir okulda ses mühendisliği okudu, kayıt sanatları konmuşunda lisans yaptı. Sonra ver elini Polonya…

***

Hikâyenin sonrasını kısmen biliyorsunuz. Bir hocası Polonyalı şarkıcı bir kızla tanıştırmıştı onu, birlikte müzik yapabileceklerini farz ederek. Çok yetenekliydi Kayah adlı bu kız ki sonradan özellikle kendi ülkesinde çok ünlü olacaktı. Hakan’ın zaten tek amacı kendi müziğini yapmaktı ve bunu da bu kızla yapabileceğini gözü kesmişti. Ancak kız tam çalışmalar oturmaya başlamıştı ki o esnada geçici olarak ülkesine gitmiş ve ardından Avusturya kaçak göçmen sorununu çözmek için sınırı kapatmıştı. Henüz duvar yıkılmamıştı;  gözünü kararttı bizim oğlan, onunla birlikte müzik yapmak uğruna hayatını değiştirecek bir karar verdi ve gitti peşinden Polonya’ya.

En fazla ne olabilirdi ki? Kendi ülkesini görmüştü. İlk kez askeri diktatörlük ve Özal liberalizmiyle tanıdığı memleketi onun için büyük bir hayal kırıklığıydı. Kendi topraklarında müzik yapmak falan gelmiyordu içinden. Kızın muhiti ise gerçekten çok iyiydi. Tüm stüdyolar ona açıktı ve teknolojik imkânlar hiç görmediği seviyedeydi. Orada bu kızın şarkılarını kaydetmeye başladılar; ikili olmuşlardı Red Hasret adıyla.

Galiba olacaktı bu iş, ama ilk önce Viyana’ya dönüp okulu bitirmesinde fayda vardı. O da öyle yaptı, ardından Varşova’ya taşındı; Kayah’ın vokal yaptığı topluklardan birinin gitarcısının kurduğu Zic-Zac firmasında tavsiye üzerine işe başladı.

Bir kısmı Polonya’da bir kısmı döndükten sonra Türkiye’de olmak üzere 10 yıllık zaman zarfında (1992 - 2002) altmış yetmiş tane albüm kaydetmişti, ama başkalarının müziğinden içi dışına çıkmıştı. Sevmiyordu yaptığı işleri, ötesi yoktu. Onu teselli edecek tek şey kendi müziğini kaydetmek, albümlerini çıkarmaktı. Hâlbuki yaptığı işler başkalarının imrenerek baktığı cinsten şeylerdi. Serdar Ateşer’den Nazan Öncel’e, Bülent Ortaçgil’den Akın Eldes’e bir dolu müzisyenin güzel zamanlarının en iyi albümlerinde çalmış, sayısız önemli albüme, yeni çıkan genç yeteneğe düzenleme, miks ve müzik direktörlüğü yapmış, yapımcılık konusunda önayak olmuştu.

***

1996 yılında “Kaos” albümü çıktığında tam olarak anlaşılamadı, satış rakamlarında 25 bini görmüştü ama “underrated” bir albümdü. Zira kısa bir süre sonra Universal Müzik iflas bayrağını çekmiş ve albümün baskısı bir daha yapılamamıştı. Saykodelik öğeler içeren bu çalışma, memleketin alternatif müzik sahnesine bakıldığında zamanın hayli ilerisindeydi; doksanlı yıllarda bizden çıkan en cesur albümlerden biriydi Kaos.

Yani kısacası rock tarihimizin aranan, ama bir türlü bulunamayan albümleri listesinde bir yenisi eklenmişti. Konuşması -Zeki Müren ile mukayese edilmese de- gayet düzgünken, şarkı söylemesi çok farklıydı Hakan’ın. Türkçeden çok İngilizceye benziyor, albüm de bu noktadan eleştiri alıyordu. Aslında albüm çıktıktan çok sonra kıymete bindi. Zira deşifresi çok kolay olmayan bazı politik göndermelere sahipti, Refahyol hükümetini iktidara gelişiyle ilgili.

Arada kısa bir dönem oldu, Dağhan Baydur’dan aldığı teklif üzerine MSG’de iki dönem yöneticilik yaptı. Yanı sıra kaşla göz arasında bir kaçta Kerem Görsev albümü kaydetmişti. Yedi yıl sonra -PB Müzik adıyla kurduğu şirketinden çıkan- ikinci albümü “Kütle”, beraberinde çok farklı sorunlarla boğuştuğu deprem sonrası bir döneme denk geldi.

PB Müzik’in yaratıcı teknolojilerle ilgili bir takım mümessillikleri vardı. Akustik tasarımlar yapıyor; beraberinde mikserler, ölçüm cihazları getirip satıyorlardı. 

2002 yılında müzik laboratuvarı, sayısal müzik işlemleri ve kayıt estetiği konularında dersler verdi Bilgi Üniversite’sinde. Ardından benzer konuları işlemek üzere MIAM’a gitti.

EMI’dan ayrıldığı aylarda eski tanıdığı Avustralyalı bir hocadan teklif aldı; Türkiye’de bir müzik okulu kurmak istiyorlardı. Bu teklifle inşaat aşamasından beri ilgilenerek kurduğu SAE’nin başında dört yıl yönetici olarak kaldı.

O dönemde Dünya çapında işler yapan Peutz firması ile anlaşmıştı. Volkwagen Arena’nın -ki bu konuda dünyada ilk beşe giren- akustik danışmanlığını bu firmayla birlikte yaptı.

***

Romantik bir müzik savaşçısı olarak sürdürüyor varlığını Hakan. Müzik onun yaşam biçimi. Kayıtlarını tamamladığı yeni albümü “Kuark”ı yakında çıkaracak. Piyasa bataklığında sandalına çamur sıçratmamaya özen göstererek asılmaya devam edecek küreklere.

 

----------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

(*) Dönemin aktif gazetecilerinden birinin önerisine kulak asmamışlar, “siz şimdi bir mağazanın vitrinini indirin, ben sizi aykırı çocuklar diye haber yapıp kapağa çıkaracağım” demesine rağmen buna yeltenmeyi göze almamışlardı, ama -önerinin sahibi olarak- Deniz İzgi yine de onları Gong Dergisi’nin kapağına poster gibi koymaya layık görmüştü. 

Bu macera 1986 yılına kadar sürdü. Hakan kayıtlarda yer almadı, ama Aqua bazı sözcüklerin yasak olduğu, konsere çıkarken emniyette şarkı sözlerinin incelendiği günlerde bir albüm çıkardı. “Güneşte Dolaşmak”, 1980 sonrası kurulan rock topluluklarının çıkarttığı ilk albümlerden biriydi.

 

Murat Beşer ([email protected])