Jefferson Airplane arıyorum

En büyük takıntısı Jefferson Airplane’in “Surrealistic Pillow” plağıydı. Her bulduğunda almış, arşivine eklemişti; yok efendim bu farklı ülke baskısıymış, bunun seri numarası değişikmiş, burada kapak fotoğrafı soluk çıkmış derken aynı albümden tam 14 tane olmuş, farkına varmadan.

Hiçbirini elden çıkarmaya kıyamamış sonra. Ne satmaya varmış eli, ne takas yapmış ne de hediye etmiş. Hepsi dursun demiş. Meğerse Arslan (Eroğlu) Hoca’nın bu takıntısının kökü çocukluğuna, köyünde yaşadığı günlere kadar uzanırmış.  

Samsun’un dağ köyünden merkeze yakın bir yere gelmiş ailesi, çocuk ortaokulu okusun diye 1965 yılında, henüz 10 yaşındayken. Bir yandan okur, bir yandan da meslek öğrenir demiş babası, vermiş bir tabelacının yanına çırak. Sabah okul, öğleden sonra iş...

Yakınlarda bir NATO üssünün varlığı yüzünden hiç eksik olmazmış, dükkâna gelen Amerikalılar. Ustası bunların karakalem resimlerini yapıyormuş, ek iş olarak; kulağı da kartuş bantlardan dinlediği halk ozanlarında.   

Bu müzik sadece bizim çırağın değil, Amerikalıların da çok ilgisini çekince, onlar da kendi müziklerinin bantlarını hediye ederlermiş. Bizim çırak yetenekli, o da başlamış karakalem portreye. Hatta ailecek resmini yaptığı bir asker çok sevmiş onu, yaptığı bir portre karşılığında üç 45’lik birden hediye etmiş: Lovin Spoonful’dan “Summer in the City”, Yardbirds’ten “For Your Love” ve Rolling Stones’tan “Satisfaction”.

Bizimki hayatında ilk kez plak görüyor, nerede nasıl çalacak bunları? Bir yandan mezarlık tabelası yaparken, kenarlarına da altmışlı yıllara has saykodelik grafiklere benzeyen çiçekli böcekli motiflerle boyuyor. Amerikalı aileyle ahbaplık ilerleyince, böyle bir tabela karşılığı bir de portatif pikap hediye alıyor.

Babası Gameda’da işe girince önüne seriliyor tüm gazeteler. Ufku açılıyor, özellikle o Tercüman Gazetesi’nin İnci ilavesindeki desenleri görünce. Tabelaların kenarı coşuyor, bizim Amerikalıların da beğenileri ve hediyeleri artıyor haliyle. Derken ilk LP geliyor: Great Society. Haftaya iki tane birden; biri Grateful Dead’in “Anthem Of The Sun”, diğeri ise işte o bizim masum çırağın hayatını değiştiren kahrolası plak: “Surrealistic Pillow”…

***

Yana döne dinlediği şarkıların sözlerini anlamıyordu, ama ne fark eder ki? Bu plaktaki seslerin etkisiyle semah dönercesine büyüleniyor, Mevlevi gibi kendinden geçiyordu. Bu plağın kapağında olağandışı bir jest vardı. Tüm müzisyenler üzerinde soyut, çivi yazılarına benzer desenlerin bulunduğu bir duvarın önüne dizilmişler, biri dışında hepsi bize bakıyordu, fantastik bir dünyaya davet edercesine. Hiçbir figür diğerini ötelemiyor, sınır ihlaline yeltenmiyordu. 

Etrafta yabancı müzik dinleyen birileri yok muydu? Vardı, ama bizimki ye-ye müziği diye tabir edilen o Beatles’lardan falan hiç hazzetmiyordu. İçgüdüleri onu hep Amerikan rock-folk-saykodelik müziğine sevk ediyordu. Onlarla kendi yerel müziğimiz, türkülerimiz arasında motifsel bir ilişki varmış gibi hissediyordu. Quicksilver’lar, Buffalo Springfield’lar, MC5’lar birbiri ardına yağarken, Amerikan saykodelik rock müziği, Arslan Hoca’nın içindeki sufilikle birebir örtüşmüştü.

Memleketinde geçirdiği yalıtık ergenlikte, kendisine refakat eden bir tutkusu daha vardı Arslan Hoca’nın. İşyerinin bir arka sokağındaki Sümer (sonraki adı Ferhan) Sinemasında seyrettiği ucuz Spagetti Western’lerin, İtalyan komedilerinin ve avantür filmlerin yol açtığı artistlik sevdası. Hikayelerin absürtlüğünden kaynaklanan saykodelik bir hava vardı bu filmlerde de, doğal bir anakronizm. 

Aslında onu İstanbullara sürükleyen şey, ne resim ne de müzikti; kafasında sadece artist olma hevesi vardı, 1973 yılının soğuk bir sabahında şehirlerarası otobüse binerken.

***

Akademi sınavların girdi, kazandı, gelir gelmez. Artık resim öğrencisiydi ve Mis Sokak’ta bir randevuevinin çatı katında kalıyor, odasını bir striptizciyle paylaşıyordu. Resim-müzik tamam da, aklı fikri artistlikte tabii; o yüzden habire volta atıyordu Yeşilçam sokağında, belki bana yardımcı olacak, elimden tutacak birini bulurum diye.

Bir akşamüzeri Danyal Topatan ile Ali Seyhan’ı yakaladı Artistler Kahvesinde, pişpirik atarken. Hemen çöktü yanlarına, bir çırpıda anlatıverdi derdini. İki yaşlı çakal ne istiflerini bozdu, ne de oyunu. Yanlarında kimse yokmuş gibi eli tamamladılar. Yeni bir oyun için kâğıtlar karılırken, yan gözle pis pis baktı Danyal ve bir kısmı dökülmüş, kalanları çürümüş dişlerinin arasından tısladı: “bana bak parlak çocuk, seni düzerler burada. Öğrenciliğinin kıymetini bil, okumana bak. Görmiim seni bi daha buralarda, hadi şimdi s….r git!”   

Kafasına saksı düşmüşçesine biteviye değişmişti hayatın fotoğrafı birkaç dakika içinde. O vakitten sonra okuluna ve resme verdi kendini. Yine okumak ve çalışmak birlikte düşmüştü payına. Karaköy’de bir matbaada çalışırken, Necati Bey Caddesi’nin arkasında keşfettiği üç katlı bir plak deposuna dadandı. Toptancıydı adamlar, perakende vermiyorlardı, ama komşuluk hukukundan kelli özel muamele yapıyorlardı.

Arslan Hoca’nın plaklarının listesi gibi saçları uzarken, memlekette siyasi tablo değişiyor, sol yükseliyordu. 1974 yılında Kadırga Yurdu’nda kalmaya başlamıştı. Antonioni’yi daha önce Blow-Up filminden biliyordu, ama ilk kez bu yurtta izlemişti Zabriskie Point filmini, 16 mm’lik bir kopyadan, artık nereden buldularsa?

Bir de tüm Türkiye’nin ekran başında olduğu iki geceden birini, 1 Ekim 1975’te boks tarihinin en büyük rekabetine tanık olmak için, saatleri saat sabaha karşı üçe kurup kalkarak, Muhammed Ali ile Joe Frasier arasındaki şampiyonluk maçını nefesleri tutarak izlediklerini unutamıyor. (*)

Seks Filmleri furyası başladığında, Cağaloğlu’nda çalıştığı bir matbaanın sansürcüsüydü; önüne getirilen afişlerdeki çıplak resimlerin üzerine siyah bantlar çekiyor, göğüs ve pop kısımlarını kapatıyordu. Ne çelişki; aynı günlerde Oda Yayınları için Jack London’ın Vahşetin Çağrısı kitabına kapak yapmıştı. 

***

Anadolu-pop, erken arabesk ve protest müziğin doğuşu ve yükselişi, batı müziğinin gelişen damarlarını zayıflatmıştı. Başkaldıran şey aslında sadece şairlerden alınmış satırlardı; müzikten sözü çekip aldığınızda geriye pek bir şey kalmıyordu.

Her yerde Zülfü Livaneli’nin yasaklı “Analarımız” albümü çalıyordu. O da tüm anafora kapılanlar gibi albümün korsan kasetini el altından satan tek bir büfede bulmuştu, genelevlerin üst girişinde.

Yabancı müzik namına da Santana kasıp kavuruyordu ortalığı; adına plakçı dükkânları, düğün salonları açılırken, “Europe” şarkısı milli marşa dönüşmüştü. Bu furya iki şeyi başlatıyordu: bir; o aralık Santana’dan modellenmiş sayısız düğün orkestrası kurulmuş, iki; orta ve üst sınıfların malı olan batılı modern dans mesaisi, “Europe” şarkısı sayesinde işçi sınıfına da nasip olmuştu.

Uzun saçlar kesilmiş, yerine kalın bıyık bırakılmıştı. Öğrenciliği boyunca Mao’yu ve Enver Hoca’yı sevenler cenahında örgütlü sempatizan olarak devrimcilik yaptı; 12 Eylül Faşist askeri darbeden birkaç ay sonra, 1981 başında mezun olana dek. Mezuniyetten sonra hepten tıraş oldu askere gitti, Kuleli’de resim öğretmeni olarak tamamladı.

***

Selda’nın “Özgürlük ve Demokrasiyi Çizmek” kasetine kapak yapan da oydu askerlikten sonra kaldığı yere dönen -bir zamanlar elinden çıkardığı plakları ve diğer malzemeler namına- eskileri yeniden toplamaya başlayan da. Seksenlerin sonunda ancak yakalamıştı, yetmişlerde kesintiye uğrayan hayatını, ama gelin görün ki doksanlar başlarken dünya ve müzik tuhaflaşmıştı. Grunge ve hip-hop çıkmış, sevdiği topluluk bile değişmişti, artık Jefferson Starship adıyla pop yapıyorlardı. 

1989-96 arasında mezun olduğu okulun mimarlık bölümünde hocalık yaptı, evlendi, çocuğu oldu. Metin Demirhan vasıtasıyla tanıştığı pasaj komşusu Suat Bilgi’nin Çalıntı Dergisine 5-6 yazı yazdı, Roll Dergisine hayli kapak, içine de bol bol illüstrasyon yaptı. Elhamra Pasajında 2000 ile 2003 arasında bir dükkân açtı Açık Şehir adında. Yine hayallerinin peşinde koşuyordu; bağımsız kısa filmler yapacaktı güya; 2001 krizi mazeret sayılır mı bilmem, ticari hırsları ve planları olmadığı için battı. Aynı süre zarfında Günaydın FM’de yaklaşık bir yıl radyo programı yaptı: Hızlı Eller, Yorgun Ayaklar.

Sonrasında bolca resim yaptı, sergiler açtı, resim satarak yaşamını sürdürdü. Akademi, Neşet Günal Atölyesi çıkışlıydı, ama bu okulun anlayışına kökten karşıydı. O akademik olmayan folklorik bir anlayışı, tabelacılık yaptığı günlerin ruhuyla buluşturuyor, halk sanatının içinden modern bir dilin üretilebileceğine olan inançla.

***

Müziği 1975’ten öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırdı Arslan Hoca. Kalbi hep ilk dönemde kaldı haliyle. Bu tarafını diri tutmak için de her bulduğunda Jefferson Airplane’nin “Surrealistic Pillow” plağı aldı.

Arslan Hoca’yı İstiklal Caddesinde bir elinde sigarası, gözleri sabit bir noktaya bakarken dalgın dalgın yürürken görürseniz yolunu kesip “ya sende 14 tane varmış, birini ver hocam” demeyin. Kızar, küser, hatta en fenası alır sizi karşısına oturtur ve saatlerce anlatır, neden bir tanesini bile veremeyeceğini…

-------------------------------------------------------------------------------------

(*) Diğeri mi? Kaçak dizisinin final gecesi tabii ki... Katilin kim olduğunu hatırlayan var mı aranızda? Kimble? Komiser Gerard, tek kollu adam?

Murat Beşer ([email protected])