İstiklal Caddesi’nden Müzisyen Manzaraları

Her gün aşağı yukarı aynı saatlerde aynı yerden metroya biniyor, topu topu iki istasyon gidip aynı yerde iniyorum. Sıklıkla ona rastlıyorum, şayet siz de sadece bir kez dahi gördüyseniz unutmanıza olanak yok. Metronun İstiklal Caddesi çıkışına yakın koridorda klasik gitar çalan bir teyze var. Renkli başörtüsü ve pahalı olmayan, ama kibarlıktan taviz vermeyen temiz giysileri içinde gayet de güzel çalıyor Ravel, Bach, Mozart, Vivaldi, hatta araya serpiştirilmiş geleneksel halk ezgileri... Belli ki iyi bir tedrisattan geçmiş, muhtemelen sosyalist ülke eğitimi almış. Ciddi bakışlarının altında boyun eğmeyen bir ifade var. Mallarme’nin dediği cinsten: Adeta “meçhul bir felaketten buraya düşmüş”. Şimdi belediyenin kendine gösterdiği yerde pırıl pırıl parlayan bir su nergisi gibi görünüyor.

Son yürüyen merdiven beni yeryüzüne doğru itelerken, hava kararmışla kararmamış arasında bocalıyor. Burası Taksim meydanına uzanan tramvayın ilk durağı, karşısında trafiği aksatan bir kalabalık birbirlerinin üzerine abanarak tennureleri andıran giysisi içindeki uzun boylu dansçıyı ve arkasındaki darbuka, santur ve bendirden oluşan üçlüyü cep telefonlarına kaydetmeye çalışıyor. Beyaz kafa bandının üzerindeki ekilmiş saçlarıyla iki Arap turist açık ara tabak gibi seçiliyor.

Ufukta her çeşit insanın doldurduğu kalabalık, yuvalarına erzak taşıyan karıncalar gibi deviniyor. İnsanlar dayanılmaz bir sele teslim edilmişçesine akıyor şehrin kirini pasını, derdini gamını bir arada gösteren bir peyzajın ortasında.

Az ötede eski küskü bir entarinin içinde, sanki mahalledeki kapısının önünden koparılıp caddeye fırlatılmış bir kadın oturuyor başında örtü, elinde kırmızı bir akustik gitar. Sol eliyle sapı sadece tutuyor, perdelere dokunmadan sağ eliyle de gelişigüzel vuruyor tellere. Yanık yanık türkü söylüyor, kaşlarını indire kaldıra, başını dertli dertli sallaya sallaya, Bedia Akartürk’e özenircesine: “Bu da gelir bu da geçer, ağlama”…

Karşı çaprazında bir bacağını yitirmiş gençten bir adam var kucağındaki akordeonuyla bir koltuk değneğine yaslanmış. Yanında karısı ve çocuğu, sevecen gözerle kendisini seyrediyor, belli ki kocaya ve babaya hayranlar. Sesi çok etkileyici ve caddenin ses terörünü bastıracak kadar da kuvvetli. Balkan ezgili bir şarkı söylüyor, duygu yüklü… Fiziki yoksullukla gönül zenginliğini birleştirmiş bir aile görüntüsü içindeler.

Rengârenk lokumlarla şekerlemelerle hıncahınç doldurulmuş bir vitrinin önüne leylek gibi tünemiş, su katılmamış Laz olduğu her çizgisinden okunan orta yaş üzeri bir adam kemençe çalıyor, tek başına. İri burunlu, çökmüş yanaklı ve beyaz sakalların kapladığı çenesinden oluşan başını zayıf, çelimsiz bir vücut taşıyor. Yanından belediyenin arozözü geçiyor, bir yandan ıslatıp, öte yandan süpüre süpüre…

***

Birkaç adım ilerleyince bir baba oğul ikilisi göze çarpıyor. Onlar belki de bu caddenin sembolü olacak kadar eski ve etkileyici. Yaşlı baba elindeki sazı yeknesak bir ritimle tıngırdatırken, yanındaki çocuk ona mikrofon tutuyor. Güçsüz bir ampliden çıkan bu hayat mağlubu titrek ses, “iyi kötü yaşadım, şimdi buradayım” dercesine tınlarken, günün kırılan son ışıkları üzerlerinde toplanıyor. Belli ki, o gece yiyecekleri kuru ekmeğin parası önlerindeki mendilden çıkacak. Arkalarındaki duvarda Sol Gazete’nin 1 Haziran 2013 nüshasını gösteren bir afiş var: sürmanşetten “Bu Halk Sana Boyun Eğmez”.

Gezi Direnişi esnasında boykot listesine alınan dünya markası bir kahvecinin birkaç adım ötesinde “Hatırla Sevgili” şarkısını titrek notalarla çalan 12 – 13 yaşlarında bir kız çocuğu duruyor, önünde de sarı renkli bir ayakkabı kutusu var. Ancak ne kadar akordeon çalarsa çalsın ömrü boyunca bu kutuyu bir bankanın (ayakkabı kutusuyla özdeş) eski müdürü kadar dolduramayacak.

Açılıp kapanır bir sandalyenin tepesinde, oyuncak orguyla sürekli aynı iki notayı basarak Philip Glass’a taş çıkartan minimalist teyze, belki de bu caddenin en avangard “müzisyen”i.

Yanında pusetin içinde bir bebekle akordeon çalan genç anne, gözlerinde toplanan kısık bir hazzın hissiyle karşısındakileri seyrederken, külahı uzatıp turistin eline verdikten sonra gerisin geriye çeken dondurmacı, elindeki çubukla vuruyor önündeki çıngıraklara.

Aydınlık Gazetesi’ne giden Deva Çıkmazı’nın ağzındaki kitap standı, tekerlekli sandalyesinin üzerinde klarnet çalan engelli bir adama komşuluk ediyor. Bu natamam vücuttan çıkan sesler bir süre sonra günün itiş kakışına işaret eden alametlere dönüşüyor.

Kürt gençlerden oluşan akustik gitarlı bir topluluk, önlerinde biriken yarım daireye Kürtçe gerilla şarkıları eşliğinde halay çektiriyor. Bir kestanecinin dumanı savruluyor üzerlerine, mutlulukla dönen insanların… Kalabalığa arada bir Uluslararası Af Örgütü için imza isteyen sarı giysili gençler karışıyor.

***

Oturmuş bendir çalan bir kızla ikili oluşturan Kazım Koyuncu tipli zayıf çelimsiz kemençeci genç çocuk, etrafı bahar kokusuna boğan bir gülüşle söylüyor şarkılarını bir yandan da zarif hareketlerle dans ediyor. Bazen tecrübesiz seslerle çınlayan sesi yalvarmayla alay arasında gidip geliyor, iyimser tonuna hafif bir acı katıyor.

Bir elinde pazar torbasını diğerinde para kutusunu eksik etmeyen eşiyle birlikte klarnet çalan kör adam cadde manzarasının vazgeçilmez figürlerinden biri. Bu kez berilerine evsiz bir şarapçı yanaşmış. Üstlerine çizgiler halinde yağan bir ışığın altında duruyorlar hep birlikte, alaturka teganni edenlere has bir huzur şemsiyesi var üzerlerinde.

Güney Amerikalı, Ekvatorlu dört tip, Amerikan yerlilerinin geleneksel kıyafetlerine bürünmüş çalıyor. Amplileri bangır bangır öterken, sırayla dans ediyorlarken, adeta geçen yüzyılın ortalarından kalma bir Hollywood filminden yansıyorlar caddeye. O esnada tramvay geçiyor yanımızdan, kapılarından çocuklar sarkmış üzüm salkımı gibi.

Galatasaray Lisesinin tuttuğu dört yol ağzına gelince hava değişiyor, işçi sınıfından yana ellerindeki megafonlarla duyuru yapıp imza toplamaya çalışan insanların etrafı toma ve akreplerle çevrilmiş. Bir bankanın yayınevinin önünde ise (oturma ve çalışma izinleri konusunda yaşanan sorunlar yüzünden) sürekli eleman değiştiren bir Swing caz topluluğu çalıyor. Kadroya arada bir yerli müzisyenler girip çıksa da çoğunluğu macera için yollara düşmüş bohem gezginler oluşturuyor.

***
Hava iyice karardı, sokak lambaları çoktan yandı. Karmaşık bir ruh miracı kaplıyor ağır ağır semtin üzerini…

Sokakta tanıdığım ilk müzisyenler geliyor aklıma. Binaların dokusunu kendine sahne yapmış bu bir avuç divane, şehri insanı gırtlaklayan havasından hızla uzaklaştırıyor ve yaşanabilir bir kardeşlik nizamına dönüştürüyorlardı burayı.

Kulaktan giren notaları hızla kalbe gönderiyor ve mutluluğa çeviriyorlardı. Sadece kuru bir harçlık ve yeryüzü sofrasını paylaşmak isteyen (Karagüneş, Siya Siyabend, Teneke Trampet, Light in Babylon gibi) patronsuz müzisyenlerle başlayan bu nota şenliği, şimdi kakafonik bir toplumsal curcunaya dönüşmüş durumda.

Murat Beşer ([email protected])