Huysuz ve tatlı kadın

Kıvırcık saçları, zeytin bakışlı kara gözleri, elma yanakları, cemalini kibarca çevreleyen gıdısı, yuvarlak balıketi hatları, kalın sesi, kollarını sallayarak kostaklanan erkeksi yürüyüşü ve canlı renklerle bezenmiş alacalı bulacalı, ama rüküş olmayan giyimiyle, erkeklere ait gece hayatının ortalık yerinde amansız bir kavgaya tutuşmuş Amazon savaşçısı gibiydi Gizli Bahçe Nilgün (Ercan).  

İnsan seçerdi; ama zengini, kibirlisi, kariyerine düşkünü, insana tepeden bakanını değil, gönlü bol olanı, dostluğa ve sevgiye değer verenini seçerdi. Samimiyetinden kuşku duyduğu hiç kimseyle muhabbetini birkaç dakikadan öteye taşımazdı, nezaketen bile olsa. 

Dışardan bakanlar karşısında oldukça huysuz; neye kızıp nasıl tepki vereceği kolaylıkla kestirilemeyen, karşısındaki zapturapt altına alacakmış gibi davranan sert ve köşeli biri izlenimini verirdi.

Bu yanıltıcı yorumu düzeltebilmeniz için dürbünün uzak gösteren ters tarafından değil, doğru deliklerinden bir kez bakmanız kâfiydi. Ancak içini görebilenler için sağlam bir arkadaş, vefalı bir dost, bir abla ya da anne yakınlığında bir akrabaydı.

Yıllarca oturduğu mahallesinde selam alıp-verme, ayaküzeri karşılıklı hal-hatır sorma, işyerindeki esnafla hasbihal etme şampiyonuydu.

Kendisi farkında mıydı bilmiyorum, ama emin olduğum bir şey vardı ki; sevdiğinden daha fazla seviliyordu Nilgün.

***

İstanbul kızı Nilgün, Aksaraylı, klasik müzik düşkünü berber babası gibi hayatı tekmil mücadeleyle geçmiş. Okul kıyafetlerini üzerinden çıkarır çıkarmaz fasılasız atılmış hayata.

Seksenlerin sonunda Kadıköy Bahariye Caddesinde, gitarcı Rene Macaroğlu ile saksofoncu Tahsin Ünüvar tarafından kurulan RMT Müzik Merkezinde çalışmış, free caza tutkuyla bağlanmış, hocalarının -özellikle de Murat Taner’in- zevkleri sayesinde. İşsiz olduğu günlerin birinde İdol adlı üçüncü sınıf bir Beyoğlu barının işletmeciliğini teklif etmiş birileri. Murat Ertel’li Zen’i çağırmış, sahne kurup çaldırmış. Ömer Madra’ya video gösterileri yaptırmış. Ornette Coleman, John Coltrane geceleri düzenlemiş, sayısız söyleşi organize etmiş. Velhasıl kelam boktan bir yeri ayağa kaldırıp adam etmiş.

Ardından Allah’ına yan bakan bir yeri daha hale yola koymuş, derken can çekişen bir başka yeri hayata döndürmüş, incin top oynarken panayır yerine çevirmiş.

Her şey iyi güzel de, para kazandırdığı patronların biti kanlanınca değişen yüz şekilleri hep ağrına gitmiş. Tepesinin tasının attığı, yaşının artık otuzlu basamaklara fırladığı gün kafasına koymuş bir yer açmayı ve burada kendine ait bir dünya kurmayı.

***

Sıcak mı sıcak bir Haziran gününde, iki arkadaşıyla yer aramaktan hoşafları çıkmış bir halde, birer birayla serinlemek amacıyla çöktükleri Mini Meyhane’nin masasından görmüşler pencereye asılı “kiralık” ilanını.

Taksim’de henüz kimselerin geçmediği -ama bir 10 yıl sonra iğne atsan yere değmeyecek hale gelecek olan-  bir sokakta, Nevizade’de bulmuş hayallerini gerçekleştirebileceği ve dostlarını ağırlayacağı binayı. Henüz “entel-dantel” kesimin içki masalarında “öteki edebiyatı” yapmadığı, belli semt ve sokakları çekirge sürüleri gibi istila etmediği, liberal lobiler oluşturmadığı, bohem ahkâmlar kesmediği günlerde.

Var gücüyle açmıştı burayı Nilgün. Yoksa yok gücüyle mi demek gerek?

İkinci katı tutmuştu önce. Çok iş vardı; dökük duvarlar, tenekeyle kapatılmış pencereler, yer yer göçmüş ahşap yer döşemeleri ve tavan. Eşi dostu da el atıyordu olabildiğince; en azından verdikleri moralle birlikte evinde kullanmadığı eşyalarını getirmeleri bile büyük iyilikti.

Büyük işlerin tamamını kendi yapmıştı, tırnaklarıyla kazıyarak. Ekmeğini gece hayatından, eğlence sektöründen çıkarmaya çalışan insanların karşılaşması mümkün her belayla -bazı arkadaş desteklerini saymazsak- neredeyse tek başına savaşmış, kazanmıştı. İşte o ilk bakışta dikkatinizi celbeden huysuzluk, tavizsizlik var ya, işte o vakit göze çarpmaya başlamıştı, daha belirgin halde. Her şey -bebeği koruyan annenin saldırgan savunması gibi- bu zor kazanılan şeylere zeval gelmesin diyeydi.

Kısa bir süre sonra bir alt kattaki konfeksiyon atölyesi uzaklara taşındı. Artık evine çok yakın bir de evi vardı Nilgün’ün.

***

Aslında her iki katta eviydi, ikisi arasında evim ve işyerim ayrımı yapmıyordu. O yüzden eskiciden alınmış elden düşme köhne kanepeler, demode sandalye ve retro sehpalarla döşedi her yeri. 

Etraf çılgın, deli, hatta çatlak gözüyle bakıyordu, içeriye daha fazla insan sığdırmak varken, neden hantal eşyalarla doldurmuştu ki dükkânı? Oysa çok ciddi bir fark yaratmıştı ki, bu da Gizli Bahçe’yi Gizli Bahçe yapan, kısa bir süre sonra kült bir mekân haline getirecek olan en belirgin özellikti.

Kırmızı tuğlalarla örülü bu duvarlara asılan ilk resim -Çalıntı Suat tarafından hediye edilen- bir Miles Davis portresiydi. Müteakip isimler ise John Coltrane, Charlie Chaplin, Brigitte Bardot… O resimlerin hiçbiri inmedi duvardan zaman içerisinde, artık eskidiler gerekçesiyle…

“Damsız girilmez”, “fotoğraf çekilemez” türünden yasağı bol bir yerdi, ama inanın hiçbiri keyfi değildi. İçeriyi dolduran kalabalığın bozulmasını, burada kendini iyi hisseden mutlu bir avuç insanın boyalı basına malzeme olmasını, medyaya reklam edilmesini istemiyordu Nilgün. Ondan ötürü baskıcı gibi algılanıyordu. Buna rağmen sizi rahat ettiren belki de loş havası ve pasaklı görüntüsüydü, ihtiyaç halinde uyuyabileceğiniz bir ayağı kısa psikiyatrist koltuklarından ziyade.

Biraz bulunması güçtü, belki de o nedenle gizliydi. Ne kapıda tabela vardı, ne de sokakta bir yönlendirme! Soranlara “Nevizade’de Akdeniz’in hemen solundaki kapı” diyorlardı. (*)

Kısa sürede çok popüler oldu Gizli Bahçe. Artık gizlilik külliyen hissiyatta ve inançta kalmıştı; alternatif camianın en bilinen yeriydi aslında. Ne olduğunu tarif etmekte zorlandığınız, hatta korktuğumuz o doksanlı yılların karanlık dış dünyasına karşı gizli olduğuna inandığınız bir sığınaktı belki de.

Hafta sonları kapıdaki kuyrukta sadece 10 dakika kaybettiyseniz şanslıydınız. Hatta sıra beklediğiniz o sola doğru kıvrıla kıvrıla uzanan ahşap merdivenlerde bazı fırsatları yakalamanız da mümkündü; kız arkadaşınızla -basamak farkından dolayı boyları eşitleyerek- uzun uzun öpüşmek gibi.

Kendinizle baş başa kalmak istediğinizde hafta içleri kusursuz tercihti; hele de mevsimlerden sonbahar ise, hafif de rüzgârla birlikte yağmur çiseliyorsa, pencerenin önüne dizilmiş menekşeler size refakat ederken, balkonda oturup aşağıdaki kavgayı ya da yandaki kafelerde yiyişenleri izlemek zevk miydi hüzün mü, bilinmez.

***

Doksanlı yılların tam göbeğinde açılmıştı Gizli Bahçe. Birkaç kuşak büyüdü burada, evlenenler, çoluk çocuğa karışanlar… Kim bilir belki de o insanları şimdi halen -arada bir selam vermek için bile olsa- oraya bağlayan şey, mekânın fiziki varlığı değil, büyük ölçüde mazisi oldu hep.

Aynı kuşaklardan gelenler içinde, kabinde boy gösteren tüm iyi DJ’lerin de okulu, memleketteki alternatif camianın DJ akademisiydi burası. Nilgün’ün kendisi ve dönemsel ortağı, kader yoldaşı Hüseyin (Çağlar) ve 2008 yılından sonraki işletmecisi Oğuz (Demirtürk) bir yana; DJ İsmet, Mor ve Ötesi’nden Kerem Kabadayı, DJ Sarıyılan (Kaan Sezyum), Barış K. Tufan Demir; hepsi ya burada yetişmiş ya da belli bir zaman dilimine imza atmışlardı çaldıkları güzel setlerle.  

Müzikal açıdan da bir tek türe bel bağlamamışlardı, ama her zaman iyi müzikte ısrar edilmişti: drum’n bass, disko-funk, tüccarca sentezlenmemiş şanson ya da Greek gibi dünya müzikleri, alternatif rock, en hasosundan Türkçe’ler -özellikle Nilgün’ün her setine kattığı Paşa’sı Zeki Müren- falan…

Kısa bir dönemi kâbustu Nilgün için. Hani o kibirli kılabırlar zamanı moda olan, tekno şemsiyesi altında toplanan müziğin ticari olanları çalınırken. Bu işi de Copacabana denen yeri alıp, bu tarzı oraya taşıyarak çözdü. Gizli Bahçe’nin tarzı dimdik ayaktaydı, gündelik eğilimler karşısında.

O dönem takılanlar birbirini tanır, tanımayanlarda da mutlak bir yüz aşinalığı bulunurdu. İnsanların uyuşuk görüntülerine aldanmayın hemen, kavga da çıkardı burada. Erken seksenlerin Amerika’sında, Bronx bölgesinde yapılan partileri andırırdı hafta sonu geceleri; Metallica’nın “Whiskey in the Jar” yorumunun klibindeki ev ortamını çağrıştırırcasına dağıtır, kendinden geçerdi gencecik insanlar. 

Güvenliğinden garsonuna çalışanlar da hayli inisiyatif sahibiydi; ancak bunun menşei sadece ve sadece sahibiydi. Zira Gizli Bahçe Nilgün’ün -Dostoyevski, Panait Istrati ve Edgar Allan Poe karışımı- zengin iç dünyasının bir kısmının mekân olarak vücuda gelmiş haliydi. Onun huyunun suyunun izdüşümüydü.

***

Tanıyıp tanıyacağınız en mütevazı insanlardan biriydi Nilgün. Yanı sıra gerçek bir hümanist; sevdiği dostlarını düzenli olarak arayan, sorunlarıyla ilgilenen, onlara yemek yapan, hatta tanımadıklarına bile yardım elini uzatan, kapıdan geçen dilencileri boş çevirmeyen bir hümanist. İnsanları statülerine göre tasnif etmeyen, cebindeki paraya göre tartmayan.

Aynı şekilde mekânı Gizli Bahçe’de hiçbir dönem popüler yozlaşmaya davetiye çıkarmadı asla. Para kazanmak uğruna modaya itibar etmedi.

İstanbul’daki sosyo-politik, cinsel, kültürel ya da müzikal alt kültür kimliklerin tamamını bağrına bastı, ama bunlardan biriyle özdeş olmadı. Özellikle son zamanlarda burada artan lezbiyen ve gay nüfusun kimliğinin, müziğin önüne geçmesine ve mekânının iyi müzik dışında başka bir şeyle anılmasına izin verilmedi.  

Mekânında 20 yılı aşkın bir süre birden fazla kuşağın büyümesine yaşlanmasına tanıklık eden Nilgün, insanlık değerlerine derinden bağlı kaldı. Onların kirletilmesine, suiistimal edilmesine ya da yok oluşuna tahammül edemedi.

Eskiden çok eğlenen, umut taşıyan insanların yerini, ellerindeki cep telefonuna gözlerini dikerek, birbirleriyle konuşmadan saatlerce yan yana oturan genç insanların aldığını seyrederken üzüldü. Sahip olduğu bu üzüntüyü ve manevi yorgunluğu kendisiyle bir bira içiminde paylaşmayı bilen herkese kapısını ardına dek açtı.

Gizli Bahçe giderek bozulan bir dünyada doğru bildikleri namına direnirken, Gizli Bahçe Nilgün buldukça topladığı sayısız biblo ve kurmalı oyuncak, su tabancası görünce naşlayan bilmemkaçıncı kedisi Titrek ve kendisini iki kez ameliyat masasına davet etmiş bel fıtığı ile eskiye göre daha sade bir yaşantıyı sürdürüyor, bir Gümüşsuyu sakini olarak…


(*) Gizli Bahçe, açıldıktan tam 20 yıl sonra kapı girişine mütevazı büyüklükte renksiz bir tabela astı, en gösterişsizinden. Sokağa da komşusu Akdeniz’e ödünç verdiği yeri alarak yedi adet masa koydu.

[email protected]