Hayri Plak

Dükkânına ilk gelen uzun saçlı tıfıllardan birini dün gibi hatırlıyor Hayri.

- “Abi, Alice Cooper’ın “Trash” diye bi albümü çıkmış, sende var mı?”

- “Yok”

- “Getirir misin?”

- “Tabi koçum, merak etme!”

O zamanlar eski eşinin kardeşi İngiltere’de elçilikte çalışıyordu. Rock müzik dinleyen bu çocuk, listeleri günü gününe takip ediyordu ve aynı gün çıkan plağı alarak yıldırım hızıyla eniştesine ulaştıracak olanaklara sahip. Bu şans Hayri’yi bir adım öne geçiriyordu, diğerler kaset çoğaltıp satan dükkânlar karşısında.

“Trash” birkaç gün sonra gelmişti, yanında bir de Kerrang türünden birkaç metal dergisi vardı. Plağı hemen kasete master aldı, başladı çoğaltmaya. Kasetin üzerine de harf cetveliyle sanatçının ve albümün adını yazarak vitrine koydu. Herkes orijinal sandı, O da çaktırmadı.

Binlerce olmasa da, yüzlerce sattı aynı kopyadan. İşte buydu Hayri’nin gözünü açan şey.

Artık çocuklar her okul çıkışı dükkânda alıyordu soluğu. Habire yeni çıkan şeyleri soruyorlardı.

İlk dönemde müşteri profili ağırlıklı olarak TED’li, Yükseliş Kolejli, velhasılıkelam iyi eğitim alsın diye aileleri tarafından keselerin açıldığı çocuklar. Aslında yabancı dili olan ve yabancı müziğe meraklı bu çocukların Hayri’ye yönelttiği sorularda tek bir anlam vardı, çok uyanık adamdı Hayri, ufaktan ufaktan ne satacağını öğreniyordu.

***

Memleketin Amerikalılarla hareketlenen başkentinin merkezi henüz Ulus iken, az sayıda plakçı hizmet veriyordu, bu kapalı ve kasvetli şehrin iyi müzik dinleyen nezih insanlarına. Sonra Ankara halkını yürüyen merdivenlerle tanıştıran -2003 yılında da içindeki 220 dükkânla birlikte yanan- Modern Çarşı vardı; içinde plakçıların eksik olmadığı. Sağyaşar Plakçılık, Tansel Plak, Öktem Plak Bant Kayıt Stüdyosu, Cemil Plak, Derya Plak; müziğin kolay ulaşılamadığı günlerin akılda kalmış güzel dükkânlarıydı. Ardından seksenlerle birlikte gelen Cihan Plak, Biraderler, Sıla ve Uzelli ise ortalığı epey şenlendirmiş; tüketim çılgınlığına tekabül eden genç psikolojilere koli koli kaset satmıştı.

Ankara’nın yetmişli yıllarına denk geliyordu, 1959 doğumlu Hayri’nin ergenliği. Bu vahşi şehirde bir baltaya sap olma konusunda kaderi onu bir plakçıya tezgâhtar olarak atamıştı. 

Orhan Plak’ta tezgâhtardı, (Ankara’nın Unkapanı Çarşısı diyelim) Kocabeyoğlu Pasajı’nın alt katında. Yıl 1974. Henüz 13-14 yaşlarında bıyıkları yeni terleyen bir delikanlı. Kısa sürede dükkân sorumlusu olmuştu, gördüğünü hemen kavrayan bu cin bakışlı uyanık çocuk.

Kızılay çok farklıydı Tunalı Hilmi’den. Buraya gelen insanlar yukarı mahallenin elit, tahsilli caz dinleyen temiz giyimli insanlarına benzemiyordu. Her sınıftan, her kültürden her çeşit insan geliyordu buraya, ağzınca külü uzamış bir cıgara, gözlerinde memleket hasreti taşıyan yorgun ifadelerle.

Onlarla aynı yerden geliyordu Hayri. Halkın dilinden iyi anlıyor, onlar gibi konuşuyordu. Tahmin etmekte zorlanmadınız değil mi? Kendini hazır hisseder hissetmez kendi yerini açtı hemen. Hatta geç bile kalmıştı; çünkü aynı dükkâna birlikte girdikleri mesai arkadaşı Diler ayrılıp bir yer açmıştı bile. Hayri artık bir girişimciydi, Kitapçılar Çarşısı’nın giriş katında, takvimler 1987’nin Ağustos ayını gösterirken…

***

Sadece kaset vardı başlangıçta, azıcık da plak. Seksenlerin sonlarına yaklaşırken, rock-metal müziği yükselirken, Polis Radyosu da bu türü tüm gücüyle destekliyordu. Hayri’nin etrafını bulunduğu semt itibarıyla rakçı-metalci olmaya hevesli çocuklar sarmıştı. 

Liberal kapitalizmin övündüğü o seksenli yılların zihinsel ve ruhani fakirliğini, kurnazlığı ile fırsata çevirenlerin başında geliyordu Hayri. Boşluğu değerlendirme konusunda tanrının yeryüzüne gönderdiği özel bir yetenekti. O öyle ticaret hayatını sadece rakçılara bağlayacak kadar “adanmış” biri de değildi. Pop, arabesk, fantezi, halk müziği; ne varsa satıyordu. Ancak illa bir hüviyet biçecekseniz; evet kabul, zamane gençleri için Hayri Plak bir metal müzik merkeziydi. 

Metalciler için içerden biri değildi Hayri, ama onları kendine bağlayacak şifreleri vardı; öncelikli olarak çekme kasetleri tabi ki. Sonra da gelene gidene tepeden bakmaması, elit takılmaması, sevse de sevmese de sattığı şeyleri aşağılamaması, esprili zekâsı, kafa-kol muhabbetinin kuvvetli olması gibi...

Gündelik akımlara, müzik türlerine göre kılık değiştirmemişti. Başka biri gibi davranmamış, bir başkası olmaya çalışmamıştı. Modaya ayak uydurmamış, bilmediği kelimeleri cümlelerine yerleştirmemişti. Albüm sattığı insanların kılık kıyafetine bürünerek onlardanmış gibi alt-kültürel klişelerine sığınmamıştı. Doğasından ve köklerinde hiç geri basmamıştı.

Hayri hakkında dilden dile anlatılan “Akbulut Fıkraları”nın tamamı goygoy için üretilmiş şehir efsaneleriydi. Hayri dar bir beğeniyle çevrenin değerleriyle eleştiri yağmuruna tutulmuş, hatta zaman zaman alaya alınmış, şehirleşmeyi özünü değiştirmek için kendini zorlamadan yaşayan tipik bir Anadolu insanıydı. Sevecendi, mütevazıydı; hem halk adamı, hem de hayat adamıydı. Tam da bu nedenle kendisini sarakaya alanlar olmadı değil.

***

İşlerin bereketli olduğu devirde Hazer diye bir çocuk, 7-8 yıl çalışmıştı bu kıç kadar (3-4 metrekare) yerde, tezgâhtar olarak. Azıcık saçları uzundu. Dükkânın metal gençliğine yansıyan yüzü olduğu için birileri onu Hayri zannederdi. Aslında aynı pasajda Hayri’den eskiydi; bir alt katta 1975 yılında bir dükkân açmıştı, kendi adıyla: Hazer Plak diye. Piyasada ne varsa satıyordu; tarzdı, türdü diye taraftarlık göstermeden.  

İşi bilen, işini bilen bir adam olarak görmüş tanımıştı patronunu Hazer, kendine örnek alıyordu. Çekirdekten yetişmiş olmak çok önemliydi bu meslekte. Mesele esnaf olabilmekteydi. Hele de internetsiz zamanlarda, yani henüz tüfek icat edilmemişken. 

Rock gençliği için ilk imza gününü Dr Skull’a yaptı Hayri, elemanlar zaten ilk müşterilerindendi. Gerçi Orhan Plak’ta iken benzer muhabbetleri Ümit Besen, İbrahim Tatlıses ve Coşkun Sabah ile de yapmıştı. Ama asıl bombası kendi kendinin patron olunca Altın Nal Gazinosu’nda çıkan Hülya Avşar’ı getirmesi olmuştu imza günü için 1990 yılında; orkestrasında şeflik yapan askerlik arkadaşının sayesinde. Bugün için Milliyet Gazetesi’ne ilan verdi, sokaklara afişler astırdı. Pasajın etrafı dönemin politikacılarının mitinglerinden daha kalabalıktı. Sonunda camlar çerçeveler inince eylemi sonlandırmak için gelen polisler, Hülya Hanımı görünce güvenlik önlemi almak zorunda kalmıştı.

1991 yılının son ayı, Laneth Dergisi Ankara’da sadece Shades’e gönderilmişti. Derginin satış potansiyeline sahip olduğunu ilk sezen Hayri oldu. Hemen Çağlan Tekil’i aradı:

- “Sadece bana verirseniz 500 tane alırım, satarım.”

Hemen kabul ettiler tabi, zira paraya çok sıkışıklardı ki, bu da çok cazip bir teklifti.

***

İşleri asıl yükselten şey, 10 kaset alana bir bedava kartıydı. Aynı şeyi sattığı fotokopi şarkı sözlerine ve tişörtlere de uyguladı. İşler büyüyünce yanda boşalan oyuncakçı dükkânını önce kiraladı, kısa bir süre içinde de satın aldı; heavy metal aksesuarları dükkânı yaptı, başına da hanımını koydu. Biraz da hanımının dükkâna gelip başına ekşimesinden kurtulmak için bulmuştu bu çareyi.

Ama anlaşıldı ki rahatsızlığı başkaydı. Erkek dünyasına has bir muhabbet dönüyor, Hayri de bunu seviyordu. Ayrıca müşterilerinin bir kısmı da gece hayatında çalışan kadınlardı. Onun dükkânında sıklıkla görünen havalı kadınlar en iyi müşterileri arasındaydı. Dansözlere özel kasetler hazırlıyor, otellere, kafelere müzikler çekiyordu. Düğün, doğum günü, özel kutlamalara konsept playlistler yapıyordu.

Artık yılda 3-4 kez Londra’ya gidiyordu Hayri, orijinal rock topluluklarının tişörtlerini getiriyordu. Derken Akmar Pasajı ile işbirliğine girdi; Pentagram ve Hammer ile yerli baskılar üretti ve sattı. Yanı sıra da Ankara sınırları içinde yapılan tüm rock konserlerinin, festivallerinin biletlerinin satıldığı ana noktaydı.

Metallica’nın “Justice For All” albümü çıktığı gün kapısında kuyruk olmuştu. Yokluk zamanında ticari açıdan yaratıcı fikirlerle, pratik zekâsıyla çözümler üretiyordu. Gerekirse demo bile çoğaltıyordu. Garip bulanlar olabilir, ama şayet piyasada yoksa ve birileri de onu çok istiyorsa, sorun nerede?

***

30 yıla yaklaşırken Hayri Plak halen aynı yerde, ayakta. Klostrofobik dükkân tavana kadar kaset, CD ve DVD ile dolu. Ortalık yerlerde de plaklar… Bu rağmen hiç eksilmeyen muhabbetçi dostlara tahsis edilmiş iki de tabure var, ama ısmarlanan çayı nereye koyacağınız sizin sorununuz.

Gündüz dükkânda geçen zamanlar ile akşam hayatı arasında gizli bir tünel var onun yaşamında. İçkisi sigarası yok, ama yemek dedin mi, dayanamıyor. Canı çekiyorsa lahmacun sipariş ediyor, önündeki (klavyesi dolabım açılan çekmecesinin üzerinde duran) bilgisayar ile arkasındaki kasetlerin arasında yumuluyor. Akşam yolu pavyona düşmüşse, kim ne der diye aldırış etmeksizin çay içiyor, ince bellide.  

Gerçekten film adam şu Hayri, renkli sinemaskop… . Ankara’nın müzik ortamına ayrı bir keyif kattığı şüphesiz. Düşük omuzlu, hafif göbekli tıknaz haliyle, aklaşmış ve önü açılmış saçlarıyla, kalın karakaşları, barışçıl ifadeli pembe yüzüyle hayli sevimli. Masum kurnazlıkları bile insanı kızdırmaktan uzak ya da en azından insanların onu bu haliyle sevimli buldukları bir gerçek. Üstelik de kim ne derse desin, bana sorarsanız yemesini, eğlenmesini, yaşamasını çok iyi biliyor.

[email protected]