Hayatta oldum ki kani, musiki oluyor tahsile mani

Meral Hanım’ın Aslı Han’daki iki kişinin kıç kıça değmeden plak bakamayacağı dükkânında tanışmıştık Gökhan Aya ile. Kıvrak bir zekâya sahip olduğu sadece derin bakışlı zeytin karası gözlerinden değil, onlara aynı kıvraklıkla eşlik eden cümlelerinden ve spesifik müzik bilgisinden de hissediliyordu. Açılan her konuyu insanın ruhunu dinlendiren ses tonuyla uzun sohbetlere dönüştürmesi, dostane hitabeti ve sınır tanımayan merakıyla kolayca arkadaşlık duygusu tesis ediyordu. Yok artık o kadar da değil dedirtecek kadar bir şey daha vardı; sadece benim ve etrafımdaki kafayı yemiş birkaç rokerin bildiğini sandığım yakası açılmadık toplulukları biliyordu bu adam.

Bir sonraki görüşmemiz bizim evde oldu; yıllardır aradığım ve bulacağıma da hiç ihtimal vermediğim plakları bana getirebileceğini taahhüt etmişti çünkü o dükkânın önünde yaptığımız ayaküzeri sohbette. 

Meral Hanım ve Ercan İmre ile birlikte geldi. Bende iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda yerli plak vardı, onlardan birkaç tanesini vererek, sadece varlığından haberdar olduğum ve rüyalarımda gördüğüm epeyce bir plak almıştım.

Bu takası yaparken asla plakların maddi ağırlıklarını tartmadım terazinin kefesinde. Emin olduğum tek şey vardı, verdiğim plaklar her neyse (ki benim için yegâne değerleri içindeki müzikle ölçülüyor olmakla birlikte) onlardan aldığım plakların bana verdiği mutluluğu bugüne kadar çok az yaşamıştım. Alan razı veren razıydı…

***

Türkiye’den Hollanda’ya Utrecht Plak Fuarına plak götürüp tezgâh açan ilk vatan evladıydı 1976 İzmir doğumlu Gökhan.  

Satıcı değil koleksiyoner olarak bu işe girmiş, rock ve metalden başlayıp Anadolu pop diyarına uzanan yolculukta başına ne güzellik (!) geldiyse meraktan gelmişti.

Bıyıklarının terlemediği yaşlarda Hey Dergisi okuyor, orada bir Frank Zappa resmi görüyor ve alıyordu başına belayı. Nereden bulacaksın ki Allah’ın İzmir’inde Zappa plağı o yıllarda?

Yine de öyle demeyin! Göztepe’de Stüdyo Murat, Konak’ta Stüdyo Ümit, Karşıyaka’da Hakan Müzik, Alsancak’ta Demir Pekel’in yeri vardı, kapı gibi... Özellikle bu sonuncusu, plak ve hi-fi sistem satardı, ama memlekette -plaktan çekeni çoktu da- CD’den kasete kayıt yapıp satan ilk yer olma unvanına sahipti. İzmir’in belli başlı müzik kaynağı olan bu dört nokta, Gökhan’ın hayatını çerçeveleyen ilk karenin köşeleri gibiydi. 

Ablası ve abisi sayesinde evlerinde hep alafranga müzik çalardı. Özellikle ablasının Amerikalı eşi ileri derece bir dinleyiciydi, hatta -nadir rastlanan bir Yanki olarak- Avrupa müziğini bile biliyordu. Onların Amerika göçü sonrasında eve plak getirme vazifesi Gökhan’a kalmıştı ki henüz bir pikabı bile yoktu. Annesinden gizli aldığı ilk plaklar ZZ Top’ın “Afterburner”’ı ile Queen’in “Live Killers”ı olmuştu, “pikap yokken niye plak alıyorsun” zılgıtı yememek için.  

***

Müzisyen olmak istiyordu aslında. Seksenli yıllarda babası özel sektörde çalışan bir metalürjist idi. Özal döneminin Yeni Türkiye’sine ayak uydurmak istemeyen bu namuslu adam, piyasadan elini eteğini çekmiş, abla boşanmış kucağında çocukla eve dönmüştü. Anne ise büyük bir ekonomik sıkıntının pençesinde alabildiğine mutsuzdu. Müzisyen olma hayallerini sürdürmek için takdir edersiniz ki pek elverişli bir ortamı yoktu.

Ailenin kenetlenerek tüm güçlüklere göğüs gerip yapabileceği tek şey vardı. Onlar da onu yaptılar; dişlerinden tırnaklarından arttırdıklarıyla okuttular Gökhan’ı İzmir Özel Türk Koleji’nde. O ekmeğini taştan çıkaracağı bir hayata hazırdı artık…

Müzik dinlemeye Jethro Tull, Deep Purple, Queen, Cream ve Eric Clapton ile başlamasına karşın, içinde bulunduğu boğucu durum onu hızla heavy metale itiyordu. Ah o kapağında Eddie’nin bulunduğu “Heavy Metal Mania” kaseti yok mu? Her şey onunla azıtmaya başlamıştı. Önce klasik metaller, ardından trash, speed, black metal derken Carcass’lar, Napalm Death’ler…

***

İçindeki arayış duygusu sonuna kadar gitmeden, dibine kadar inmeden teskin olmuyordu. Bir konuya ilgi duymuşsa, klişe bir iki isimle yetinmez, illa dalağını yarana kadar kastırırdı. O da yetmedi, artık dinleyerek de tatmin olmuyordu. Neye isyan ettiğini bilememenin yarattığı boşluğu acilen doldurması gerekiyordu. O vakitler bu susuzluğu giderecek Punk’tan daha iyi bir şey mi vardı?

Doksanların başında henüz yirmili yaşlarına yeni adım atan, yeni akımları iyi kovalayan ve Stüdyo Ümit’te çalışan Nezih Boyacıoğlu mihmandarlığında uzak kıyılara yelken açtı. Kimsecikler metalden kafasını kaldıramamışken grunge ve neo-punk’ın bangır bangır gelişini Nezih sayesinde öngörüp paçaları sıvadı. Genelde yaşıtlarının dinlediklerinin dışında tuhaf müziklere takılsa da ortalığı kasıp kavuran Nirvana’yı o da çok tutmuştu ama punk ethos’unun ne bu ülkeyle ne de kendi hayat tarzıyla uyum göstermediğini düşündüğünden yeni bir merak öğesi haline gelen altmışlı ve yetmişli yılların saykodelik ve progresif rock gruplarına merak sarmaya başladı. Daha doğrusu bu işin altında aslında onların yattığını fark etti kısa bir süre sonra.  

Peki şimdi kimde bulunurdu bu albümler, İzmir denen yerde? Tabii ki kayıt devri kapandıktan sonra dükkânını ganyan bayii yapan göğsü kıllı delikanlı Sadi Abi’de…

Sadi Abi sert bir abiydi, bir o kadar da garip ve gizemli. Eloy’dan başka karga tanımaz, dinlemezdi. Şeklen şemalen pek bir müzik insanı görüntüsü vermese de, elindeki sabit kayıt listesinde ilk kez duydukları, dinlediklerinde de dudaklarını uçuklatan Amon Düül, Frumpy, Anyone’s Daughter gibi isimler vardı. Sen isterdin, o kaydederdi. Kısa bir süre sonra çözüldü bu uzman dinleyiciye hitap eden derin listenin sırrı; plaklar TRT İzmir Radyosundan “Rock Dünyasından” ve “27. Boylam” programlarının yapımcısı -2011 yılında genç denebilecek bir yaşta vefat eden- Ünal Gökaydın’a aitti.

Kaynak araştırması denen bu tutkulu faaliyet, heyecanlı bir polisiyeye dönmüş gibiydi; önce Ünal Bey’e, oradan da Audiophile adındaki dükkânın iki ortağının (Hamdi Ünlü ile Bruno Manusso) arşivine ulaştılar. İzmir’deki elit müzik dinleyicisinin toplanma merkezi gibi işleyen bu dükkânda high-end sistemler satılıyordu. Burada öğrendikleri prog-caz, avangard plaklarla, tanıştıkları Henry Cow ve Fred Frith’lerle kendilerini bulmuşlar ya da kaybetmişlerdi.

***

1993 yılında Ahmet Burak’ın genel yayın yönetmenliğini yaptığı -özel radyoların ilk palazlandığı zamanlardaki İzmir’in efsane radyosu- Radyoaktif’te “Derinlik” adında bir programa başladı. Burada hayatını değiştiren insanlardan birini tanıdı; anarko-islam dünya görüşüne sahip Münir Tireli. Dünya görüşü bir yana, kafaları iyi uyuşuyordu, her ikisi de araştırmacı ruhuna sahipti; bu Anadolu Pop denen dünyada Cem Karaca ile Moğollar dışında kimler vardı ve nasıl şeyler yapıyorlardı diye yanıp tutuşuyorlardı. “Kaygısızlar” dizisinin Roger Moore ile Tony Curtis’i gibi Sırtlarını birbirlerine dayayan iki kafadar, bu müziğin tarihsel anlamını kurcalamaya başladı; toplumsal gelişmelerle sanatın bulunduğu kavşak noktalarına gözlerini dikti. Adına folk denen büyük dünyayı keşfetmişlerdi.

1995 yılında ODTÜ Bahar Şenliğinde izlediği Siddhartha’dan çok etkilenmişti. Kriterlerine göre tanıdığı en gerçek saykodelik rock topluluğumuzdu bu. Festivalin izleyici ile sahnesini ayıran çitleri komando gibi sürünerek geçti, onlarla tanışıp sohbet etmek için. Kısa bir süre sonra arkadaş olmuşlardı. Aynı yıl İTÜ Metalürji ve malzeme mühendisliği bölümünü kazanıp İstanbul’a göçtüğünde ilk işi topluluğun gitarcısı Ege Madra ile buluşmak oldu. Ardından bir yıl süreyle hem menajerliklerini hem de solistliklerini üstlendi. 

Aynı yıl Açık Radyo’ya ayak bastı. Önce tek tabanca “Mercek”, sonra Ercan İmre ile “Plaklar Arasında” programlarını yaptı. Bu iki macera toplam 10 yıl sürdü. 

***

1998-99 yıllarında bir organizasyon şirketi kurmasındaki en önemli ilham kaynağı, İstanbul’da Peyote gibi mekânların etrafına toplaşmış bulunan -Zen, Nekropsi, Replikas, Siya Siya Bend’in aralarından olduğu- deneysel bir müzik akımının filizlenmeye başlamasıydı. Amaç İstanbul yeraltı camiasının hem dayanışma içinde olduğu hem de müziklerini özgürce ve daha iyi koşullarda duyurabilecekleri bir iklim yaratmaktı. Hatta onları şehrin ve ülkenin dışına taşımayı hayal ediyordu. Ankara’da iki hafta süren bir festival ve birkaç özel konserden sonra maddi problemler nedeniyle ilerleyemedi. Onun kesintiye uğrayan hülyası, bundan 7-8 sene kadar sonra Crossing The Bridge ismiyle yapılan filmde gerçekleşecekti, bir Alman’ın gözünden.

Dışarıdan başarısızlık hikâyesi olarak görünen tüm bu olaylar zinciri, aslında içerden bir gözle bakıldığında tam tersiydi.

Bu aşamada yurtdışı ilişkileri gelişmeye başladı, zira Meral Hanımın dükkânında dünyanın dört bir bucağını arşınlayan plak koleksiyoncusu -aynı zamanda Embryo topluluğunu buraya getiren organizatörü- Winfried ile tanışmıştı. Danimarkalı Martin Ballegaard (Meral Hanımın eşi), Belçikalı Daniel Biesemans derken aldı yürüdü. Onların aracılığıyla tanıdığı koleksiyoncular ondan Erkin Koray, Barış Manço, Cem Karaca gibi plaklar istiyor, karşılığında da onun arayıp bulamadığı şeyleri toplayıp gönderiyorlardı. Yani önce her şey müzik için takastan başka bir anlam taşımıyordu onun için. Ancak terazinin kefesi yerli plaklara ilginin, buna bağlı olarak da fiyatının artmasıyla bir tarafa doğru ağır bastı. Demek ki işin içine paranın girişi çok gecikmeyecekti, plak artık tehlikeli bir ticaret nesnesiydi.

***

Kendisine Ada Müzik tarafından sipariş edilen Erkin Koray ve Cem Karaca kitaplarını yazdığında henüz sadece 20 yaşındaydı.

Özellikle bu kitaplardan sonra kafası bir kütüphane gibi işlemeye başladı. Plak ticareti yapmaya yeni başlayan birçok yeni satıcıya ya da sahafa göre çok ilerdeydi, donanımlıydı. Avantajlıydı, işin en önemli sermayesinin bilgi olduğunun farkındaydı. Üstelik de ailesinin yokluk içinde onu iyi bir okulda okutmasının değerini anlıyordu; çok iyi yabancı dili vardı.

Yabancı koleksiyonerlerin bizim müziğimizde neyi duyduğunu ilk anlayanlardan biriydi. Funk ritimleri ve faz pedallı gitar duyduklarında anlaşılması güç bir önem biçiyorlardı o plağa. Plak ticareti yükseldikçe kaçınılmaz olarak çevresinde kıskananlar ve düşmanlar da hızla artıyor; öte yandan da koleksiyonerler arasında ciddi bir paranoya nüksediyordu. Bir kararın arifesindeydi 2001 yılında; şayet iş ayağına gelmemişse Türkiye’de iş yapmayacaktı. Üniversite harcını bile verecek parası olmadığından Edip Akbayram’ın ilk albümünün kendi arşiv kopyasını bu uğurda Almanyalı bir koleksiyonere satmak durumunda kaldı. Bu hamleye kaçınılmaz olarak okulu terk edişi eşlik etti. Yani anlayacağınız tam bir “hayatta oldum ki kani, musiki oluyor tahsile mani” hikâyesi…

***

Plak konusunda iki alanda ihtisas sahibi olmuştu: ilki majör sanatçıların yerli ve farklı ülke baskıları, ikincisi ise dünyanın her yerindeki altmışlı yetmişli yılların garaj, saykodelik, punk ve progresif topluluklarının plakları…

Bu işi icra edebilmek için merkez Avrupa idi, ama ne yeşil pasaportu vardı, ne de buralarda yaşayan bir akrabası. Doğu’ya çevirdi yüzünü; ne de olsa çok bakirdi bu konuda buradaki ülkeler. Kimsecikleri bu iş için adım atmadığı İran, Pakistan gibi ülkelere Kristof Kolomb hissiyatıyla gitti.

Örneğin 2005 yılında İran’a gittiğinde ortamın artık “Persepolis” filmindeki olmadığın gördü. Türkiye’den Hong Kong’a kadar uzanan coğrafyada ayak basmadık yer bırakmadı, ama uzmanlığını Hindistan üzerine yaptı. Çünkü en bereketli topraklar buradaydı ve engin bir plak kültürü vardı. En azından Bollywood film endüstrisinin ürettiği disko-funk soundlu yerel motifli tuhaf melez müzikler, Batı için “oh! very fantastic” kategorisindeydi.

Hindistan’ı çok merak ettiğinden İstanbul Üniversitesinde Urdu Dili Edebiyatını kazandı, okudu ve öğrendi bu dili. Hindistan-İran-Pakistan üçgeninde ilk kez onun tarafından keşfedilerek Batı dünyasına kazandırılmış bir dolu plak vardı. Hepsinin sayısız yeni baskıları yapıldı, ama kendisi hiç para kazanamadı. Çok sayıda iş yapmasına, pek çok konuda ilk olmasına rağmen O hep kuru bir teşekkürle uğurlandı. Ama suç kendindeydi; zira ticaretle merakı birbirine karıştırmış, hatta çoğu kez ikinciyi birinciye üstün tutmuştu.

Aynı günlerde pek kimsenin el atmadığı taş plaklara da piyasa anlamında şefkat gösterdi. Cemal Ünlü ile Bülent Aksoy’un radyo programlarından öğrendiklerini endüstriyel bilgiye tahvil etti. Yaptıkları kesmedi, kıta değiştirdi, tavaf ettiği ülkeler listesine Mısır, Etiyopya ve Sudan’ı da ekledi. Özel yeteneklere sahip bir kâşif olduğunu yabancı plak şirketleri fark ettiğinde buralardan çıkan bazı plaklara iç yazılar yazmaya başladı. İnanmıyorsanız discogs’a sorabilirsiniz.

***

2003 yılında Cem Şeftalicioğlu ve Aşkın Bayrakoğlu ile Arka Plan adında bir firma kurdular. Amaç Kalan Müzik’in pop ve rock versiyonu işler yapmaktı. Bir de yurtdışından bazı albümler basmak. İlk olarak herkes tarafından Eurovision grubu olarak bilinen ama saykodelik müzik yapan 21. Peron’u çıkarttılar, plak ve CD formatında. İkinci albüm ise Hakan Tuna “Karanlıkta Güneş” oldu, hatta kayıtlar esnasında silikleşen basları kendisi çaldı. Münir Tireli’nin (“Bir Metamorfoz Hikayesi” ve “Türkiye’de Grup Müziği: 1980’ler” adlı) iki kitabı ve Gökalp Baykal’ın “Yağmuru Beklerken” albümü çıkmadan az önce ortaklıktan ayrıldı.

Müzik paylaşımının dostluğu kaybettiği, vahşi bir ticarete dönüştüğü zamanları sevmiyor Gökhan. Pek çok nedenden ötürü insanlara kırgın; pek kimselerle bir şey paylaşmıyor, ancak yanına yanaşıp sorarsanız uzun uzun cevaplıyor.

Huzuru şimdi 2009 yılında tanıdığı Mısırlı Ahmet’in yanında bulmuş. Okuluna yazılmış, öğrencisi olmuş, arada bir birlikte Mısır çöllerine gidiyorlar.

 

Murat Beşer ([email protected])