Fatsa’dan gelirim, adım da Sinan’dır…

Şayet memlekette bir Erkin Koray tarihçisi varsa, o da kati surette Sinan Doyan’dı. Yorum yapma hakkına sahip olan bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki insandan biri olmak bir yana, Baba’yı seven, dinleyen hayran kitlesinin oturduğu büyük mahallenin muhtarıydı Sinan.

1983 yılında bir arkadaşından edindiği çekme kaset yol açmış bu meraka. Müzik zevkiyle birlikte hayata bakışı bile değişmiş; çünkü içinde “İlla ki” albümü varmış. Fatsa gibi askeri darbenin çizmeleri altında bilhassa inim inim inletilen bir yerde, bir yerlerden bulup buluşturduğu posteri odasının duvarına asınca iyice tescillenmiş bu tutku.

Baba ile tanışma şerefine 1992 yılında Heybeliada Orduevi’nde müzisyen olarak askerliği sırasında nail olmuş. Orkestra dolu olduğundan -beyaz gömlek, siyah pantolon, kravat ve iskarpinden oluşan üniforma içinde- muhasebeci olarak vazifesini yerine getirirken. Yakınlarda oturan bir akraba sayesinde evci kâğıdı çıkarınca, şehrin tüm hafta sonları onun olmuş.  

Detaylı sahaf tavaflarından arta kalan zamanlarda önce Feridun Hürel sonra Kamil Özaydın’ı ziyaret etmiş, ardından Asım Can Gündüz’den Sebahattin Taşdöğen’e, Doğan Sakin’den Hakan Utangaç’a bir dolu sevdiği rakçıyla tanışma fırsatı yakalamış. Evet, anladınız! Hedefe ufak ufak yaklaşmaya başlamış.

Bilsak 5. Kat konserinde kalabalığın içinden el kaldırarak bağırmış, son parça bittiğinde:

- “Ben Sinan Doyan, Fatsa Ordu’dan...”

İşaret etmiş Baba, arkadan dolan, gel diye. Kendisini muhtelif mektup ve yazışmalardan hatırlamış.

Kulisin kapısında beklemiş bir süre, Baba çıkınca asansöre birlikte binmişler. Otoparka kadar çok samimi bir sohbet geçmiş aralarında, “Erkin’in Tutkusu” plağı üzerine. Sonra vedalaşmışlar, Baba kahverengi Serçe’sine binerek gazlamış.

O akşam asansörde başlayan hukuk, gerek bazı yazışmalarla, telefonlaşmalarla gerekse de muhtelif konserlerde yapılan kısa kulis görüşmeleriyle bir şekilde varlığını sürdürmüş tatlı bir çizgide. Hatta İstanbul’a konser için gelişlerinden birinde bu samimiyet seyirci huzurunda resmiyet bile kazanmış.

1997 Küçükparmakkapı’da Meis Bar konseri… Bilirsiniz Baba şarkıya başlamadan evvel konuşur da konuşur. İçlerinde yarım saati bulanları vardır bu icraatın. O konserde uzun sohbetin bitiminde, tam karşısında duran Sinan’ı gösteriyor:

- “Sevgili Sinan bu konulara derinden vakıftır. Bende olmayan şeyler onda vardır. Kalk bir de ben alkışlayayım seni.”

Sadece Baba değil, tüm kalabalık alkışlıyor Sinan’ı. Bir ödül daha var o geceden. Olan biteni kameraya alan mekân sahibi, çekimleri bir yıl sonra Sinan’a ulaştırıyor.

Ancak ne olduysa 2005 yılında oluyor; kader ağlarını anadolurock.com sitesinin forum sayfalarında örüyor. Sinan’ın Baba hakkında yaptığı yorumlar ağırına gidiyor. Baba her şeyi biriktiriyor.

Olaydan iki ay önce bir konser var: 21 Mayıs 2005 Kemancı konseri… Bir hışımla giriyor içeri Baba, sinirli olduğu her halinden belli. Kendinden önce çıkacak Yırtık Uçurtma’ya bile izin vermiyor çalmaları için. Sinan soundcheck’e kalmak istiyor, ama nafile, gözlerinden ateş çıkıyor:

- “Dışarı lütfen, konserden sonra görüşürüz.”

Anlam veremiyor önce, bunun forumda yazılanlardan kaynaklandığına ihtimal dahi vermiyor. Görüşme tatsız geçiyor, kısa sürüyor. Baba kayıp arşivini soruyor. Kısa bir süre evvel vefat eden menajeri Metin İncioğlu (ses-görüntü, ne varsa) her şeyi Sinan’a vermiş, ama Baba bunu bilmiyor. Tüm iyi niyetiyle bunun kendisinde olduğunu ve isterse paylaşabileceğini dile getiriyor Sinan, ama Baba o kadar kızgın ve söyleneni anlamaktan uzak ki…

Bir süre sonra da forumdaki hadise patlak veriyor. Baba aleni ortamda ağır hakaretler içeren bir mektup yazarak, kendisini mahkemeye vereceğini belirtiyor. Forumda hayatı hakkında detay bilgilerin verilmesi sinirine dokunmuş, ama garip olan şey şu ki bunların hiçbir kimseciklerin meçhulü değil. Herkes almış bir rumuz, onun ardına sığınarak yazıyordu; hem de fena fena yazıyordu, bilip bilmeden.

Sinan’ın yegâne suçu gerçek adını kullanmasıydı, bir de Baba’nın yurt dışına gitmesinin yanlış bulduğunu belirtiyordu, burada vereceği onca konser varken. Tüm masumiyetine karşın, kendine örnek aldığı, önünde iki kat eğildiği -oğluna adını verdiği- müzisyene karşı özürlerini dile getiriyor Sinan. Yetinmiyor, arıyor, telefona çıkan kızı Damla’ya üzüntülerini iletiyor, ama Baba görüşmek istemediğini söylüyor.

Yanına gidip selamını söyleyen dostlara “Sinan doyan yok, sınıfta kaldı o, bahsetmeyin bana ondan” dese de “Baba bu, sever de döver de” düşüncesiyle küsmüyor Sinan. Yine her konserine gidiyor, en önde izliyor. Göz göze gelmekten kaçınmıyor, çünkü utanacak, sıkılacak, pişmanlık duyacak hiçbir şey yapmamıştı ki.

Bülent Ecevit Ayşe’yi tatile gönderirken, dayısının “girilmesi yasak” olan odasına gizlice girip çıkmalara başladığında dışarıda başka bir dünyanın olduğunu fark etmiş Sinan. Orada Gırgır, Fırt, Hey, Ses, Hayat dergileri varmış. Duvara asılı posterler arasında Cüneyt Arkın ile Zengin ve Yoksul dizisinin Peter Strauss’unu pek sevmiş. Ama en çok da elinde beyaz gitar tutan O uzun saçlı rakçıyı…

Baba Ziraat Bankası’nda memur. Fatsa o zamanlar diğer yerel yönetimlerin aksine, vatandaşın yönetimde söz sahibi olduğu, her mahallede oluşturulan komitelerle sorunların bağımsız kararlarla çözüldüğü, halkla iç içe bir yerel yönetime sahip. İşin başındakilerden biri de Terzi Fikri. Çocukluğu bu güzel günlerden ibaret değil tabi; ardından tanklar, panzerler, köşe başlarında nöbet tutan askerler, polisler geliyor. Kaç tane tüp gaz ve yağ kuyruğunda sıra beklediğini o da saymamış. Sinemada aksiyon filmi izler gibi saklana saklana gidip gelmiş komşu evlere. O karanlık günlerde delicesine sarıldığı tek şey kitaplar ve çizgi romanlar; en yakın arkadaşları Tercüman Çocuk, Milliyet Çocuk, Kara Murat, Tarkan, Tommiks, Teksas olmuş. O kadar şeye –hele de Conan’a- merak salınca haliyle başlamış çizmeye. Zamanla çizdikleri dergilerin okur köşelerinde yayınlanmış.

Dayısının sadece odasına değil, hani o hoparlörü nokta nokta delikli ITT Schaub-Lorenz 58 teybine de musallat olmuş. Başlamış kaset biriktirmeye, askeri darbeden kurtulan dergi ve kasetlerle arşiv yapmaya.

O karanlık günlerde bir taşra merkezinden öteye gidemeyen Fatsa’da, meraklı ve kendi dünyasında yaşayan bir çocuğun çektiği yokluk, radyo başında müzik programlarını iple çekip karışık kasetler yapmakla telafi ediliyordu. Seksenli yıllarda büyüyen bir müzik meraklısı için, Modern Talking ile Coşkun Sabah’ın, Edip Akbayram ile Pink Floyd’un aynı kasete girmesi çok sorun değildi.

Belki hepsinin başka bir dünyası vardı, ama şu elektrik gitar sevdası hepsinden ağır basıyordu.

Yaş 18 dediğinde ne ders ne vize; varsa yoksa gitar. Zaten Giresun’da düğün orkestrası sahibi bir abi “istediğin zaman gel kurcala” demiş bir de…

Nereden bileceksin! Bu abinin gitar hocası edasıyla “şu notayı buraya basarak, bu notayı da şu perdeye basarak takip et” diyerek pratik yoldan perdeler üzerinde gösterdiği melodi rotası aslında bildiğin düğün armonileriymiş meğer. İşte o yüzden bir de Kurtuluş’a hasta olmaya başlamış bizim Sinan. Sonuç mu? Dünya çapında bir gitarcı olamamış ama üniversite iki yıl daha uzamış.

Üniversite hayatı bitince kamu dairesinde muhasebeciliğe başlamış. Bizimki işe güce dalmış, ama hangi güç onu diğer taraftan koparabilir ki! Bir yandan da İstanbul’daki gelişmeleri takip ediyormuş; başta Hey, Boom Müzik, Şebek falan ne güzel şeyler… Sırf okurlukla yetinmemiş, ufak tefek yazılar da yazmaya başlamış. Üstelik burada yaşayan arkadaşlarının hayretleri arasında konserleri de ihmal etmeden: 

- “Biz bile duymadık bu konseri sen nasıl duydun?” 

Sadece arada, daha sonra pişmanlık duyacağı bir şey yapmış. İlk eşiyle giriştiği saçma bir tartışmanın ardından aldığı fevri bir kararla plaklarını elden çıkarmış, Mim Plak Meral Altındal ve onun hocası Ergun Hiçyılmaz’a üçe beşe bakmadan satıvermiş hepsini. “Issız Adam” saçmalığından sonra 24 ayar altın fiyatına satılan o Türkçe plakları.

Neyse ki aynı bu moral bozukluğunu Üç Hürel telafi etmiş. Topluluğun küçük bir stüdyoya çevirdikleri ofislerine yaptığı ziyarette, Feridun Hürel’in “Sinan taa Karadenizlerden gelmiş, ona çalmayacağız da kime çalacağız” diyerek diğer kardeşleriyle birlikte stüdyoya girip özel olarak 4-5 parçalık bir mini konser vermeleri ve sonunda da “hadi biraz da sen çal” diyerek o efsane saz-gitarı eline tutuşturmalarıyla.

Biri Erkin Baba ise diğeri Santana, Sinan’ın müziğe ve gitara bakış açısını değiştiren müzisyen. Santana’yı ise kendisine ilk dinleten Apaçi Ayhan, tüm albümlerini kasete çekip veren. Ardından Al Di Meola, Eric Johnson derken gitarın rock ve metal’den ibaret olmadığını öğrenmiş ondan. Gitar demişken, ona nasıl merakı varsa, şarkı söylemeye de o kadar uzak. Çok iyi bir konser izleyicisi olarak, onu -şarkı esnasında millet tek bir ağızdan bağırıp çağırırken- bir kez bile dudakları kıpırdarken göremezsiniz.

Ayrıca Anadolu-rock konusunda dergilerde albüm içlerinde yazılar yazdırarak önünü açan iki kişi vardı: biri Naim Dilmener, diğeri Hakan Eren. Bu faaliyetler içindeyken tanışıp çok etkilendiği müzisyen İlhan İrem olmuş ki, ikinci çocuğuna da onun soyadını vermiş.

Bir de şu Kurtuluş var ya! Hani herkes arabeskçi olarak bildiği, ama aslen babalar gibi rakçı. Bizim Sinan sıcak bir 2004 gününde onunla da buluşmuş, bir öğle üzeri Beşiktaş’ta bir pastanede. Adam şaşırmış; karşısında hayat hikâyesini ve kayıtlarını avcunun içi gibi bilen biri var. Bir yandan sohbet ederken, bir yandan da Sinan’ın yanında götürdüğü albüm kapaklarını uzun uzun incelemiş, hüzün içinde gözyaşlarını tutamayarak. Her birini adına imzalarken, o albümlerle ilgili anılarını anlatmış. İyi ki de buluşmuş; nereden bilsin bir süre sonra vefat edeceğini.

Alkol-sigara hiç bulaşmamış. 2007 yılına kadar hızlı hızlı bile yürümemiş, ama bu tarihten itibaren kendini spora vermiş, ağırlık çalışmış, azıcık kas yapmış.

Öncelikle insan sevgisiyle dolu, vefalı ve kâmil bir adam Sinan, sonra meşakkatli, cefakâr, sabırlı ve dayanıklı. Bazı ufak tefek dirsek temasları dışında aktif olarak politik bir mesainin içinde bulunmamış olsa da, sahip olduğu insani özellikler nedeniyle yüzü sol’a dönük. Ne de olsa serde Fatsalılık var; sırf gördükleri, yaşadıkları bile yeter. O yüzden meraklısı olduğu müzikler listesinde özgün müziğin ve İlkay Akkaya’nın özel bir yere sahip oluşu şaşırtıcı değil.

Örneğin kar-kış demeden kalkıp geldiği şu 2015 KadıköySahne Devil konseri çok şey anlatır. Bahariye’de oturan uzun saçlı rokerler bile üşenmişti ama Sinan en öndeydi. Büyük şehirde yaşayan yabancılaşmış insanlardan çok daha büyük vefalara, sahici sevgilere sahip olduğu ortada. İstanbul dışında yaşamanın takibat konusunda oluşturduğu zorluğu yüksek tutkusuyla aşmış biri olarak buraları (hem de insanlığı) bizden daha mı net görüyor Sinan acaba? Görmekle de yetinmiyor, ne vakit anlamlı bir konser olsa atlıyor geliyor. Hazır gelmişken Güven Erkin Erkal ile bir tavla oynamayı ihmal etmiyor.

[email protected]