DJ Style-İst

DJ’lik zor zanaat, hele bir de kişilik sahibiyseniz, geceyi asabınız bozulmadan kapatmanız neredeyse olanaksız. İşte size işini layığıyla yapanlar listesinin tepelerinde yer alan, ama mesleğin zorlukları yüzünden ekseri sinirli, itiraz eden ve uyumsuz olarak hatırlanan isimlerden biri.

Tamam, kendisi de kabul eder, çabuk sinirleniyor belki, ama susup kıçının üzerinde otursa daha mı iyi? O zaman da insanın içinde kopan kasırgaları kim dindirecek? Zaten işimiz müzik, yani akıl işi değil, gönül işi…

Uyanık taksi şoförlerinden pavyoncu zihniyetli mekân işletmecisine; hepsi nasibini alıyor onun kızgın bakışlarından. Bazen keskin sirke misali küpüne zarar verse, dobralığının zararını işinden olarak görse de; ikiyüzlülük etmek, içine atmak, kendine saklamak zor geliyor ona halk kahramanı misali, ne yapsın?

Oturup iki kalem laflarsanız onun aslında kocaman bir yufka yürek, sulu gözlü bir duygusal olduğunu hemen anlarsanız. Dünyada kendinden önce gelmiş geçmiş müziklerden feyzini almış, aldığını DJ kabininde cömertlikle vermiş, birkaç kuşağa iyi müzik çalmış, gerçek bir müzik aşığı O. Yoksa kurbanı mı demek gerek, bilmiyorum!

Uzun lafın kısası; alternatif müzik camiasının DJ Style-İst olarak tanıdığı Metehan’ın (Çorumluoğlu) yegâne suçu insan olmak, insana has vicdani tepkilere sahip olmak…

***

İlk DJ’lik tecrübesini 14 yaşında bir akrabanın kına gecesinde yaşamış, hazırladığı karışık kasetleri çalarak. Üst katlarında oturan Almancı bir çocuktan görmüş ilk kez break-dans denen şu yeni moda takıntıyı. Sanki Avrupa’dan değil de uzaydan gelmiş gibi görünen bu renkli giysili havalı çocukları yazdan yaza görüyormuş Kilyos’ta aile yazlığında. 13 yaşındayken Michael Jackson danslarını taklit etmeye çalışmış, ilkel setlerle kurdukları “soundsystem”ler eşliğinde siteler-arası düzenledikleri break dans partilerinde yerlerde yuvarlanırken kendini hiç olmadığı kadar iyi hissetmiş. 

20 yaşına gelmiş ama içindeki çocuk yaşamaya devam etmiş. Ziko adlı bir yazlık diskoda hem barda çalışıyor, hem de DJ’lik yapıyormuş. O yaz Hollanda’dan gelen rasta saçlı bir kızın verdiği Bob Marley kaseti ile “uzayda bir ışık hasıl olmuş”.

Regine, Hydromel, 54 gibi mekânların revaçta olduğu dönemde henüz yaşı tutmuyormuş, ama abilerinin arada kaynatmasıyla kapı güvenliğini aşarak -smile desenli bandana takan atkı saran insanlar arasında- acid-house modasına tanıklık etmiş, Airport’ta. Özellikle açılış şarkısı olarak çalan Phil Collins’in “In The Air Tonight”ını dinleyebilmek için gündüz seanslarında erkenden yerini alırmış. Sonra salsa-house çıktığında “evet işte bu” demiş ama doksanlarla birlikte ne vakit Soul II Soul, Massive Attack, Neneh Cherry gibi isimler ortalığı kaplamış, işte o zaman feleği şaşmış. Aslında hiç öyle DJ olma hayalleri falan kurmamış. Müzik sevgisi denen illet yakasına yapışınca, nereye sürüklendiğini kendi de anlayamamış.

Baba sivil toplum polisi, ama şimdikilerden değil. O zamanlar onların arasında halkını seven, hatta adalet, demokrasi ve eşitlik gibi kavramlara haiz olanların sayısı az değil. Sadece bununla da sınırlı değil insana has duyguları; aynı zamanda iyi bir müzik dinleyicisi. ABBA, Boney M, Kiss ve Zeki Müren hayranı. Düzenli plak alıyor, evdeki eski Dual’de döndürmek için. Üstelik her hafta yaptığı sinema oyuncusu Yılmaz Köksal’ın Bağlarbaşı’ndaki plakçı ziyaretine küçük Metehan’ı da sürüklemeyi ihmal etmiyor. 

1980 Faşist askeri darbeden sonra tadı tuzu kaçıyor ve bırakıyor mesleği. Doksanların ortasında da artık hayatlarını çizecek hale gelen üç erkek kardeşi (diğerleri 7-Erhan ve Serkan) İstanbul’a bırakarak İzmir’e yerleşiyorlar, karı-koca. Bir polis çocuğu olarak bugün olan bitene de sinirleniyor Style-İst; hem de Gezi Direnişi sırasında Toma’ya kafa tutacak kadar…

Uzun dönem askere gittiğinde anlamış hayatının geri kalan kısmının müziksiz geçemeyeceğini. Önceleri her şey yolunda gidiyormuş, Malatya’da bir komutanın postası olarak keyfi yerinde sayılırdı. Ancak komutanın başka bir yere tayini çıkınca son üç ay tam bir kâbusa dönüşmüş. Yeni görevi nöbet mangasındaydı. Tek tesellisi orasına burasına sıkıştırarak yanında taşımayı becerdiği bir walkman ve yegane kaseti The Cure’un “Wish” albümüydü. Sadece gece nöbetlerinde değil, babasından gizli gizli sigara içen çocuklar gibi tuvaletlerde de döndüre döndüre bunu dinliyordu. Şayet o kaset olmasaydı, kafayı yiyebilirdi rahatlıkla. Bazen pili bitiyordu ve o gece şafak bir türlü sökmüyordu. Birkaç kez saran bu kasetin bandını söküp elleriyle düzelterek tekrar monte etmişti.

Biriken harçlıklarıyla kaset doldurduğu ilk yer Şişli’deki Metronom idi, ama biraz palazlandığında yerinin Atlas Pasajı olduğunu gördü. Burada üst katta -Narmanlı Han’dan gelen- Deniz Pınar diye kıyak bir adam vardı, elinde de şahane drum’n bass kayıtlar. Tabii ki hayranı olduğu adam Goldie idi ve kalbi temiz olduğu için yıllar sonra bu mütevazı adamla da tanıştı, Urban Bug’çıların Cihangir’deki mekânında. Açılış partisinde beraber çalmışlardı.

Daha sonraki Dinamo FM, FG, Radyo Babylon bir yana Style-ist için iki şey okul olmuş. Birincisi Halil Turhanlı programlarını dinleyip, Levent Targu ile sohbet ettiği Açık Radyo, diğeri ise yine burada tanıştığı Ahmet Uluğ’un Pozitif’i, Babylon’u. Bu iki yerdeki mesaisi ve tanıdığı insanlar sayesinde müzikal perspektifi derinleşiyor; reggae’den caza kadar uzanıyordu.

2003 yılında IA Consultancy adını verdiği bir firma kurdu, eski Doublemoon çalışanı Lale ve Londra’da yaşayan promoter, Essentials Festivali’nin kurucularından Ish Ali ile birlikte. Önceleri Ortaköy’deki Rock House Cafe’de düzenli etkinlikler yaptılar; Snap, C&C Music Factory, KLF gibi isimlerin elemanlarını getirdiler. Rock’n Coke’un ilk yılında dans sahnesine sayısız book yaptılar. Son ve büyük işleri ise veda turnesine çıkan Orbital’ın konseri oldu. Sponsora rağmen para kazanamadılar. Üstüne üstlük bir de Maslak HSBC ve İngiliz Konsolosluğu’nda arka arkaya bombalar patlayınca, bir maceranın daha sonuna gelmiş oldular.  

2004 yılı onun için ne kadar da güzel, hayatı boyunca unutamayacağı anılarla bezeliydi. Bir yandan Pozitif’te çalışıyor, Babylon Lounge’ta resident DJ’lik yapıyor, öte yandan da yeni açılan (samimiyetsiz, özenti kılabırlardan sıkılanlar için iki yıl boyunca İstanbul’un en iyi mekânlarından biri olarak varlığını sürdüren) Dirty’nin ortağı ve fikir babası olarak hem manevi bir tatmin yaşıyor, hem de iyi para kazanıyordu. Yıllardır hayalini kurduğu Londra ziyaretinin tam zamanıydı yani.

İnsanlar bu tür fırsatları turistik yeme içme mekânlarında tıkınıp, fotoğraf çektirmekle geçirirken, o plakçılardan çıkmıyordu. Evet, cebindeki tüm parayı onlara yatıracaktı. Kendini kaybettiği eski bir plakçıda tam kenara iki yüze yakın plak ayırıp, kasaya ödemeye seğirtecekken, gözüne cillop gibi bir Pink Floyd “The Wall” takıldı. Bu plak kendisinde vardı, ama bu daha farklı bir baskıydı, gözüne nedense çok cazip görünmüştü. Kendisini izleyen bir çift gözün varlığından habersiz bir biçimde, plağa uzanan eli birkaç saniye için havada kaldı; alıp almamakta tereddüt geçirdi. İşte o an takipçi gözün elleri devreye girdi; kendinden önce plağa uzandı:

- “Bu plağı mutlaka almalısın.”

Gayri ihtiyari döndü, baktı. Kendisine bu plağı tavsiye eden kişi, tam da o sıralar en çok dinlediği elektronik müzik ikilisi The Chemical Brothers’ın elemanı Ed idi. Aynı saygı dolu bakışların kendisine de yönelmiş olduğunu hemen sezdi. Nihayetinde Ed gibi biri bile tel kalemde 200 plak alan birine çok sık rastlamıyordu. O sebeple bir müddet kendisini habersizce izlemişti.

Tahminlerin ötesinde -yaptıkları türün zirvesinde oturan bir müzisyen olarak- ne kadar da mütevazı bir adamdı. Bizim burada iki single çıkardıktan sonra burnundan kıl aldırmayan kibirli kompleksli yeniyetmelere hiç benzemiyordu. Mağazadan henüz aldığı “Galvanize” 12 Inç’ini imzalattıktan sonra plakları kapıya kadar taşıması için bizzat yardımcı oldu, hatta kapının önünde duran siyah arabasını işaret ederek, gideceği yere kadar bırakmayı bile teklif etti Ed. Bu şaşırtıcı kibarlığın altında ezilen bizimki, kızarmış bir yüzle, bir arkadaşının geleceğini ve çok yakın bir yerde yemek yiyeceklerini söyleyerek bu tozpembe anıyı sonlandırdı.

Ancak bu hikâyenin uzantısı kendinden daha da şaşırtıcı ve güzeldi. Aradan bir yıl geçti, The Chemical Brothers, ParkOrman’daki One Love Festivali’ne geldi. Aynı etkinlikte DJ’lik yapan Metehan’ı sahne arkasında ilk görüşte hatırladı Ed, hem de ismiyle. Kulis odasının kapısından kalabalığın arasındaki genç adama seslendi:

- “Hey Style-İst!”

Çok geniş bir müzikal yelpazeye sahip DJ Style-İst; house’dan break-beat’e, hip-hop’tan broken beat’e… Eklektik bir tarzı ve bu tarzın belki de en yetkin temsilcisi. Dışarıya iyi müzik için çıkmış, DJ’liği plaklardan çalarak icra etmiş kuşağın mensubu.

Dönem dönem boyanan ve şekil kesilen saçları, sürekli gülümseyen yüzü, elma yanakları, küpeleri, dövmeleri, sağa sola sallanarak yürüyen balıketi fiziği ve Beastie Boys kliplerinden fırlayan tipleri andıran giyim tarzı ile kendine has bir karakter. 

Bu işi gerçekten sevdiği için sürdüren, eğlence dünyasındaki bir elin parmaklarını aşmayan sayıdaki adamdan biri. Bir DJ’in puanını istediği olup olmadık parçaları çalıp çalmamasına göre veren hırtları boş verin; şayet siz de gecenin sonunda toplamda ne kadar eğlendiğinize ve iyi müzik dinleyerek mutlu olduğunuza bakıyorsanız, emin olun aradığınız tüm özellikler DJ Style-İst’te mevcut.

Peki ya kendisi bu gece hayatının hoyrat ilişkileri arasında mutlu mu? Ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu kendi de bilmiyor artık. Yalan dünyanın omuzlarına yüklediği sorunları, kızıyla, bir an için ayrı kalsa “özlem”ini çektiği sevdiğiyle vakit geçirerek, dinlediği müziklerle ve içinde halen yaşayan çocuksu duygularla aşmaya çalışıyor.

[email protected]